İzleyiciler

TRABZON DEMOKRATLARI

Fotoğrafım
TRABZON, Türkiye
DEMOKRAT ANAVATAN PARTİSİ İL TEŞKİLATI

31.07.2008

HAYIRLI OLSUN..


Anavatan Genel Başkanı Erkan Mumcu, Anayasa Mahkemesi'nin AK Parti hakkındaki kararını “Bu gibi süreci, sancıları yeniden yaşamamak adına Türkiye demokratikleşmesindeki eksiklikleri mutlaka tamamlamalıdır” diye değerlendirdi. Mumcu, Yüksek Mahkeme kararının “hayırlı olmasını” diledi.
Yargı kararlarının, üzerinde ne kadar tartışma yürütülürse yürütülsün saygıyla karşılanması gerektiğini belirten Mumcu, “Bu gibi süreci, sancıları yeniden yaşamamak adına Türkiye demokratikleşmesindeki eksiklikleri mutlaka tamamlamalıdır” dedi. Mumcu, şunları kaydetti:
“AK Parti'ye bir kez daha mağdur edebiyatı yapma fırsatı verilmemiş olması, bir siyasetçi olarak beni memnun etti. İnşallah yaşanılan bu tecrübeden bir şeyler öğrenmiş olarak ve Türkiye'nin demokratikleşmesi konusunda hem tutarlı hem onurlu bir tutum takınmayı karar sonrasında bir ilke haline getirebilir

BU KAPI ASLA KAPANMAZ


HER ZAMAN KAPIMIZ AÇIK
Merkez İlçe Başkanı Mehmet Başkaya, yöneticiler Osman Deliloğlu, İsmail İnan, Avni Uzun, Aytekin Keleş, Zekeriye Akgül, Mustafa Kodalak, , Kadın Kolları Merkez İlçe başkanı Ayşegül Demir, parti binasında açıklama yaptılar.

Merkez İlçe Başkanı Başkaya, “Biz partimizin her zaman yanındayız. Sadece zor bir süreçten geçiyoruz. AK Parti bir gecede hazineden gelen yardımı gasp etti. Türlü oyunlarla önümüzü kesmeye çalıştı. Ama yılmadık. Halkımızı doğruları söylemeye devam edeceğiz. Parti yöneticileri arkadaşlarımızla her yerde toplantılar yapıyoruz. Her hafta Salı günü toplanıyoruz. Parti yöneticileri arkadaşlarımız özveriyle genel merkezden yardım almadan çalışıyorlar” derken
Başkan Yardımcısı İsmail İnan da, “Kapımız her zaman açıktır. Yönetici arkadaşlarımız işleri nedeniyle böyle bir durum yaşanmıştır. Ama partimizin kapıları her zaman kilitli anlamına gelmez. Biz partimizi yüz üstü bırakıp gitmedik. Nöbeti devraldık bizler burada bu aşamada nöbetçiyiz sadece ANAVATAN bayrağını gönderdeki yerinde korumuyoruz aynı zamanda ANAVATAN ideolojisini yaşatıyoruz. Siyasetin bu gibi durumlarının muhakkak olduğunu belirten İNAN ‘’yinede biz bize küsüp gidenlere küsmedik onların yanımızda olduğunu biliyoruz bir gün mutlaka aynı çatı altında beraber olacağız. ‘’ diye konuştu.

29.07.2008

KİFAYETSİZLİĞİN BEDELİNİ ÖDÜYORUZ.....


Anavatan Partisi Genel Başkanı Erkan Mumcu, İstanbul Güngören'de yaşanan terör saldırısıyla ilgili olarak, "İyi işleyen bir devletimiz olsaydı bunlar başımıza gelmezdi. Başımıza gelen, ödediğimiz bir bedeldir. Bu bedel, kifayetsizliğin bedelidir" dedi. Mumcu, yaptığı yazılı açıklamada, dün gerçekleşen terör saldırısında yaşamlarını yitirenlere rahmet ve yaralılara acil şifalar diledi. Terör eyleminin kim tarafından ve ne için gerçekleştirilirse gerçekleştirilsin bir insanlık suçu olduğunu belirten Mumcu, "Bu hain eylemde yüzlerce insan değil, yüzmilyonlarca insan yaralanmıştır. Öldürülenler sadece insanlar değil, insanlıktır. Ne acıdır ki bu insanlık suçları çoğu kez bir ülkeye siyasi, iktisadi arzuların veya tarihsel bilinçaltının bir aracı olarak kullanılmaktadır. Çoğu kez terörün gerçek suçlusu terör eylemeni gerçekleştiren kişiler değil, terörü amaçları için araçlaştıran örgütler ve devletlerdir" dedi. Mumcu mesajında şöyle dedi: "İçimizin yanıp kavrulduğu şu gün bilmemiz gereken tek şey şudur: Her yüzümüze gülen dost değildir. Su uyur düşman uyumaz. İyi işleyen bir devletimiz olsaydı bunlar başımıza gelmezdi. Başımıza gelen, ödediğimiz bir bedeldir. Bu bedel, kifayetsizliğin bedelidir." (ANKA)

SALDIRIYI NEFRETLE KINIYORUZ......ÖLDÜRÜLEN İNSANLIK...

Güngören deki Patlamalarla ilgiliolarak MUMCU açıklama yaptı...
Yazarlar / Hasan Celal Güzel
Soğukkanlı olmalıyız
Bu alçakça katliâma hepimiz üzüldük; yüreğimiz kan ağladı. Lâkin soğukkanlı olmalı ve hadiseyi iyi tahlil edebilmeliyiz.
Mumcu, yaptığı yazılı açıklamada, dün İstanbul Güngören'de düzenlenen alçak terör saldırısında çok sayıda vatandaşın hayatını kaybetmesinden ve yaralanmasından büyük üzüntü duyduğunu ifade etti.
Hayatını yitiren vatandaşlara Allah'tan rahmet, yaralılara acil şifalar, millete başsağlığı dileyen Mumcu, “Terör eylemi, kim tarafından ve ne için gerçekleştirilse gerçekleştirilsin, bir insanlık suçudur. Çünkü terör suçlu ya da masum ayırmaz ve herkese karşıdır” dedi.
Bu hain eylemde yüzlerce insan değil, yüz milyonlarca insanın yaralandığını, öldürülenin sadece insanlar değil, insanlık olduğunu belirten Mumcu, şunları kaydetti:“Ne acıdır ki; bu insanlık suçları çoğu kez bir ülkeye yönelik siyasi, iktisadi arzuların veya tarihsel bilinç altının bir aracı olarak kullanılmaktadır. Çoğu kez terörün gerçek suçlusu terör eylemini gerçekleştiren kişiler değil, terörü amaçları için araçlaştıran örgütler ve devletlerdir.
Tarih, terör denilen aşağılık eylemi ilk kez yine bu coğrafyada tanıdı. Tarihin ilk teröristleri Ermeni komitacılar, Osmanlı coğrafyasının petrolüne göz dikmiş batılı şirketler ve devletlerin taşeronu olarak terörü uluslararası siyasetin bir aracı olarak kullandılar. Bugün de Türkiye ve Orta Doğu topraklarındaki terör aşağı yukarı aynı nedenlerle, aynı modelle gerçekleşiyor.
İçimizin yanıp kavrulduğu bugün bilmemiz gereken tek şey şudur: Her yüzümüze gülen dost değildir. Su uyur düşman uyumaz. İyi işleyen bir devletimiz, devletimizi iyi işleten idarecilerimiz olsaydı bunlar başımıza gelmezdi. Başımıza gelen, ödediğimiz bir bedeldir. Bu bedel, kifayetsizliğin bedelidir. Milletimizin başı sağolsun.”

BEN ANAVATAN PARTİLİYİM....

ANAVATAN PARTİSİ AKÇAABAT belediye başkanı TÜRKMEN iddialara sert yanıt verdi..(K.Ekspress.29,07,08)
Ben Anavatan partisinden belediye başkanı seçildim ve 15 yıldır aynı şekilde bu görevi sürdürüyorum. Önümüzdeki seçimlerde de Anavatan partisinden tekrar aday olabilirim benim için bir sıkıntı yok. Siyasette her şey konuşulur. Basında da bazı şeyler yazılıyor, ama benim düşüncemde şuanda hiçbir değişiklik yok. Belediye başkanlığına tekrar aday olup olmayacağım konusunu şimdiden konuşmayı doğru bulmuyorum. Şu anda Akçaabat belediye başkanı olarak görevimin başındayım. Her şeyin bir zamanı var, yasal süre içerisinde kararımı vereceğim. Benim için Akçaabat’taki seçmenimin düşüncesi çok önemlidir. Seçmenlerimiz bizden memnundur. Trabzon Belediyesiyle ilişkilerimiz gayet iyi, yeri geldiğinde yardımlaşıyoruz. Bütün belediyelerle ilişkilerim oldukça iyidir. Ben siyaseten bilenmiş bir adam değilim, sivri bir adam değilim. İnsanlarla ilişkilerimi hep normal seviyede tutarım bu güne dek Partimin bana yaptığı destekler maneviyönden öteye geçmesede küçümsenemez düzeydedir....

26.07.2008

YA TUTARSA....


AK PARTİ YETKİLİLERİNİN KAPATMA DAVASININ SONUÇLANDIRMASINA AZ Bİ ZAMAN KALA AKP KURMAYLARININ BU KADAR ÇIĞIRTKANLIK YAPMASI NASRETTİN HOCANIN GÖLE YOĞURT ÇALMASI HESABINA DÖNDÜ (YA TUTARSA) !
ANAYASA MAHKEMESİNİN AKP KAPATMA DAVASININ KARARI NE ÇIKACAK KİMSE BİLMEZ AMA GEÇMİŞ SİYASİ PARTİLERİN KAPATILMA DAVASI SÜRECİNDE ÇIKAN KARARLARIN ÖYLE HİÇDE KAPATILMAYAN BİR PARTİ YOK SİYASİ PARTİ DAVALARI HEP KAPATILMA İLE SONUÇLANMIŞ.
AKP TAYYİP ERDOĞAN BAŞTA OLMAK ÜZERE TÜM AKP KURMAYLARIDA KENDİ PARTİLERİNİNDE AKİBETİNİ ŞİMDİDEN NE OLACAĞINI ŞÜPHESİZ ÇOK DAHA İYİ BİLİYORLAR.
ASLINDA AKP PARTİNİN KAPATILMASI HİÇ DE O KADAR UMURLARINDA DEĞİL ZATEN ÇÜNKÜ (A) PARTİSİ OLMAZ (B) OLUR SANKİ ! GEÇMİŞTEDE KAPANAN TÜM PARTİLERDE AYNI YOLU İZLEMEDİLERMİ ?
AMA İŞİN ÖZÜ İŞİN ASLI AK PARTİNİN KAPATILMASI MESELESİ DEĞİL !?!
ESAS SORUN TAYYİP ERDOĞANIN SİYASİ YASAKLI OLMAMASI BÜTÜN AKP'NİN VE YANDAŞLARININ ÇABALARI GAYRETLERİ BUNUN ÜZERİNE KURULU EĞER ANAYASA MAHKEMESİ TAYYİP ERDOĞANA 5 YIL SİYASİ YASAK GELİRSE İŞTE O ZAMAN
ANAYASA MAHKEMESİ BAŞK YARD OSMAN PAKSÜTÜN DEDİĞİ O MEŞUR (KIYAMET KOPACAK) SÖZÜ GERÇEĞE DÖNÜŞMÜŞ OLACAK.
GERÇİ ANAYASA MAKEMESİ BAŞKANI HAŞİM KILIÇ HER NE KADAR KIYAMET KOPMAZ DESDE AKP AÇISINDAN KIYAMETİN KOPACAĞI BU GEÇEN SÜREÇTEN ÇOK AÇIK GÖZÜKÜYOR GERÇİ AYLARDIR..TÜRK MİLLETİ HER TÜRLÜ KIYAMETİN İÇİNDE ÇOKTANDIR YAŞIYOR ZATEN
BU KADAR AÇIN
BU KADAR YOKSULUN
BU KADAR İŞSİZİN AHVALI ZATEN BAŞLI BAŞINA KIYAMET DEĞİLDE PEKİ NEDİR?
KIYAMETİN KOPMADIĞI KIYAMETİ NE OLDUĞUNU YAŞAMAYAN AKP VE ONUN İŞBİRLİKCİSİ YANDAŞ MEDYADIR.
ANAYASA MAHKEMESİ BAŞK YARD OSMAN PAKSÜTÜN DEDİĞİ O MEŞUR (KIYAMET KOPACAK) SÖZÜ EĞER ANAYASA MAHKEMESİ KARARI TAYYİP ERDOĞAN SİYASİ YASAK YÖNÜNDE KARAR ÇIKARSA
İŞTE O ZAMAN KIYAMETİN KOPMADIĞI YER KALMAYACAK KIYAMETİN KOPMASI SADECE DÜNYANIN SONUNDA KIYAMET KOPACAK DİYE BİR ŞEY YOK HAYATTA DA KIYAMET KOPAR TIPKI YUKARIDA YAZDIĞIM GİBİ AÇ YOKSU İNSANIN HALİDE BİR NEVİ KIYAMET KOPMASIDIR BU SEFALETİ YOKSULLUĞU GÖRMEYENLER TABİKİ KIYAMETİN NE OLDUĞUNU YAŞAMAYANLAR AKP EŞ DOST TUZU KURULAR VE AKP YANDAŞ MEDYA ANLAYAMAZ.
AKP POLİTİKASININ BUNCA BASKI BUNCA ZULÜM YAPMALARI HİÇ DE ÖYLE BOŞUNA DEĞİL SONUÇTA AKP TAYYİP ERDOĞANIN SİYASİ YASAKLI OLMASI DEMEK PADİŞAHLIK SALTANATININ SONU DEMEK BU SALTANATTAN GEÇİNEN BİR AVUÇ AZINLIK SALTANATLARINI SEFALARINI SÜRMEK İÇİN TABİKİ HER TÜRLÜ ÇIĞIRTKANLIĞI YAPACAKTIR.
HANİ BUGÜNLERDE AKP KURMAYLARININ ERGENEKON DAVASINDA GÖZ ALTINDA OLANLARA O MEŞUR SÖZLERİ
( BURASI HUKUK DEVLETİDİR HUKUK DEVLETİNDE HERKES EŞİTTİR !)
GERÇEKTEN AKP YETKİLİLERİN BU HERKES EŞİTTİR SÖZLERİ DOĞRU BİR TEŞHİS
AMA M.VEKİLİ DOKUNULMAZLIĞI BİZATİ AKP M.VEKİLLERİ HUKUK DEVLETİNDE OLMAYAN EŞİTLİK İLKESİNİ BİZATİ KENDİLERİ TARAFINDAN İHLAL ETTİĞİ AÇIKCA GÖZÜKMEKTEDİR.
AKP İKTİDARA İLK GELDİĞİNDEN BU YANA 6 YILDIR DOKUNULMAZLIĞI KALDIRACAĞIZ SÖZÜNÜ VEREN
AKSİNE DOKUNULMAZLIK ZIRHINA EN ÇOK SARILAN BİZATİ AKP'NİN KENDİSİ İHTİYAÇ DUYMASI
İŞTE HERKESİN HUKUK DEVLETİNDE EŞİT OLACAĞI GÜN TBMM M.VEKİLİ DOKUNULMAZLIĞININ KALKTIĞI GÜN GERÇEKTEN HERKESİN EŞİT OLDUĞU GÜN OLACAKTIR.
AMA NE YAZIK Kİ BAŞTA TAYYİP ERDOĞAN VE AKP M.VEKİLLERİ HİÇDE BU DOKUNULMAZLIĞI KALDIRACAK GİBİ BİR İŞARETLERİ YOKTUR.
BELKİ BU PARTİ KAPATMA DAVASINDA AKP İSTEMEYEREKTE OLSA TAYYİP ERDOĞANA SİYASİ YASAK GELDİĞİ GÜN EN AZINDAN
HUKUK DEVLETİNDE EŞİTTİR SÖZÜ BİR NEBZE YERİNE GETİRİLMİŞ OLACAKTIR.
ÇÜNKÜ TAM BAĞIMSIZ HUKUK DEVLETİNDE EN ÖNEMLİ ESAS GEREKTİĞİNDE AYRIM OLMAKSIZIN HERKESE DOKUNULABİLİR OLDUĞUNU GÖSTERMEKTİR.
HERKESİN HUKUK DEVLETİNDE EŞİTTİR SÖZÜ
SÖZDE DEĞİL ÖZDE HUKUK ÖZDE EŞİT OLMUŞ OLACAKTIR.
GEREK GÖRSEL GEREK YAZILI MEDYA BAŞTA OLMAK ÜZERE AKP VE BAŞBAKAN TAYYİP ERDOĞAN CEZA ALMAMASI İÇİN BU KADAR ÇIĞIRTKANLIK YAPMASI
NASRETTİN HOCANIN GÖLE YOĞURT ÇALMA MİSALİ (YA TUTARSA) !
BAKALIM GÖLE ATTIĞINIZ YOĞURT ÇALMA MAYASI TUTACAK MI TUTMAYACAK MI
HALKIMIZ ANAYASA MAHKEMESİ AKP KAPATMA DAVASI KARARI NETİCESİNDE GÖRECEK.

25.07.2008

KRİZİ YÖNETMEK...


"Hükümet ve ekonomiyi yönetmekle sorumlu olanlar, sadece kapatma davasına odaklanarak diğer sorunları ötelemek, görmezden gelmek ve gözden uzak tutmak gibi bir lükse, ayrıcalığa ve kolaycılığa sahip değildirler. Üstelik kapatma davasından dolayı yaşanan siyasi ortamda insanlarımızı "taraf' olmaya teşvik eden ve gerginlik pompalayan tutumların, toplumsal barışımızı zedeleyeceği ve yeni bir kamplaşma alanı yaratacağı da ortadadır. Hükümet'ten beklenen, yaşanan siyasi ve ekonomik krizin milletimize her geçen gün daha ağır faturalar çıkaracağı ortadayken, hiçbir şey yapmadan ortamı daha da gerekerek maliyeti milletin sırtına yüklemek değil, akıl ve sağduyu ile siyasi ve ekonomik krizi bir arada yönetebilecek iradeyi ortaya koyabilmesidir."

Erkan Mumcu

24.07.2008

İŞTE FINDIK GERÇEĞİ..................


ANAVATAN GENEL BAŞKANI SAYIN ERKAN MUMCU’NUN FİSKOBİRLİK YÖNETİM KURULU BAŞKANI SAYIN SALİH ERDEM’İ KABULÜNDEKİ KONUŞMANIN DEŞİFRE METNİ.

TEMMUZ 2006/ ANAVATAN GENEL MERKEZİ

Erkan Mumcu: Sayın Başkan hoş geldiniz. Hareketli günler geçiriyorsunuz. Uzun zamandan beri ben hem bölge teşkilatlarımızın hem bölgedeki sanayi ticaret odalarının hem sizin verdiğiniz bilgilerle fındıktaki gelişmeleri takip ediyorum ama sanıyorum daha yeni ve daha sıcak gelişmeler var. Maalesef kaygı verici gelişmeler var. Ziyaretiniz vesilesiyle bunları da hem ben hem de basın aracılığıyla kamuoyu öğrenme fırsatı bulacaktır. O yüzden sözü önce size bırakıyorum. Ondan sonra arkadaşlarımız dilerlerse birkaç söz de ben söylerim.


Salih Erdem: Çok teşekkür ederim. Sayın Genel Başkanım çok sağ olsunlar her zaman sık sık fındık konusunu çok yakından takip ediyorlar. Kendisini ziyaret ettim. Teşkilatlarının fındık konusuna gösterdiği hassasiyet için kendinin gösterdiği hassasiyet için teşekkürlerimi sunuyorum. Fındıkta yaşanan yeni gelişmeler her gün işte sade medya Sayın Başbakanın Ordu konuşmasından sonra buna biraz daha fazla yer vermeye başladı. Fındık için de konu şu: Bir Fiskobirlik var bir fındık üreticisi var Karadeniz’de. Fındık Adapazarı’ndan Artvin’e kadar yörenin tek ürünü yani başka alternatifi olmayan, tarla ziraatı yapılmayan arazilerde yapılan bir ürünümüz. Ve yıllardan beri yani cumhuriyet hükümetleri hepsi bu fındık ürününe, fındığı üretenlere hep sahip çıktı. Yani en sıkışık zamanlarda bile işte bir devlet adına destekleme alımları yapıldı 2002 yılında. Şimdi bu fındık üreticisinin de tek böyle destekleyeceği, onu yıllar yılı destekleyen, ürünü destekleyen bir birliği var Fiskobirlik. Fiskobirlik 1938’de kuruldu. 1964 yılında zamanın hükümeti Fiskobirlik’in yanında ülkemizde görev yapan 16 tane Birliğe 23 tane ürünün alımı için görev verdi. İşte Fiskobirlik’e fındık alımı görevi verildi.Yani bu ürünleri, tarım ürünlerini destekleme kapsamına aldı 1964 yılında çıkan yasayla. 1964’den 2000 yılına kadar gelmiş geçmiş hükümetler fındığa hep destek çıktılar. Fındığın arz fazlası olduğu zamanda işte gerekli desteği verdiler, kararnamelerle krediler tanındı. Bu arada fındıktan tabii üretim fazlaları zaman zaman yağlığa ayrıldı. Zaman zaman derneklere işte Silahlı Kuvvetlere, Milli Eğitime, Milli Savunmaya vesaire parasız fındık dağıtıldı. Ve bunlardan ötürü de yani yıllardan beri bu şeylerin faizleriyle yükselen bir görev zararları doğdu. Yani şimdi zaman zaman Sayın Başbakanın “1,5 katrilyonu sildik” dedi. Son şeysinde 2’ye çıkardı. Yani bu sadece Fiskobirlik’in değil arkadaşlar bütün Birliklerin yani 01.05.2000 yılında 4572 sayılı yasa ile Birlikler özerk hale getirildi. Yani bugüne kadar görevlendirmeden dolayı oluşan zararları devlet çıkarttığı yasa ile bünyesine aldı.


4572 sayılı yasamız açık açık diyor ki, “Bugüne kadar Birliklerin oluşmuş görev zararlarını Hazine üstlenir ve tasfiye eder. Bundan sonra Birlikler kendi ayakları üzerinde duracak” Kendi ama o sene yani 2000 yılında çıkan o yasa ile de Birliklere kredi sağlayan bir mekanizma oluştu. Devlet Fiyat İstikrar Fonuna 250 trilyonluk kaynak konuldu 2000 yılında. Ve bu kaynaktan Birlikler işte bankadan para alır gibi aldığı ürünü rehin ederek kredi alacaklar dendi. Ve 2000 yılında ihdas edilen bu fondan fındık üreticisine yani Fiskobirlik’e 99 trilyon lira tahsis edildi. Yani bulunan 250 trilyonunun yüzde 40’ı fındığa tahsis edildi. 2001’de yine bu fondan bir yüzde 40’a yakın bir şey yapıldı bir evvel ki fondan alınan paranın da gelirleriyle. 2002 yılında zamanın hükümeti fındıkta tabii şeyi olmayınca bu fonda diğer Birlikler de paraları aldılar. Geri dönmeyince bu fonda yeterli para olmayınca tuttu bir kararnameyle Hazine adına üretim fazlası 50 bin fındığı almak için yani miktarı belli değildi de 150 trilyon da para tahsis etti. Yani bakanlıklarına aktardı filan. Ve 50 bin ton 98-100 trilyona yakın değerli, kıymetinde bir fındık aldı. Piyasayı istikrara kavuşturmak için fiyatların düşmesini önlemek için. Ve 2003’te biz yönetim kuruluna işte ben başkanlığa seçildikten sonra biz fındık fiyatlarını kendimizin ilan etmesini istedik. Tabii bize bugüne kadar Hazine ve 5 tane bakanımız fiyatı koyuyordu. Fiskobirlik’in yönetimine de bunun kararını aldırıyordu. “Madem ki özerkiz biz koyalım” dedik. Bize bir evvelki fiyat olan 1 milyon 625 lira net para –ki 1 milyon 800-1 milyon 900 bin lira brütü- fiyata bir sene sonra ülkede yüzde 60’a 70’lere varan enflasyon var. Diğer ürünlere çaya vesaire ye yüzde 40 devlet zam yapmış, taban alım fiyatlarına yüzde 40 arttırmış. “Fındığa 2 milyon liralık bir fiyat koyun” diye bize talimat verildi. Tabii bunu dinlemedik. Geldik izah ettik dedik ki, “Bir enflasyon varsa yani çay üreticisine, hububat üreticisine yüzde 40 yansıyor fındık üreticisine yüzde 8 mi 7 mi yansıyor. Fındık üreticisin de fındık fiyatlarını biz ona göre yüzde 40 zama göre ilan edeceğiz” dedik. 5-6 saatlik bir uğraştan sonra işte bizi ikna etmeye çalıştılar. 2 milyon lira -ki neti 1 milyon 725- yani bir evvelki sene ile bir sene sonraki fiyat arasında 100 bin liralık bir fiyat farkı önerildi. Onu kabul etmedik. Bir gün sonra biz de gittik Karadeniz’e işte “Bunu bu fiyattan ilan edin” diye talimat geldi.


Tabii biz 50 tane kooperatif başkanımızı topladık bir küçük kurultay şeklinde bu görüşmeleri izah ettik ve 2,5 milyon liralık fiyatı onaylatarak ilan ettik. Tabii o günden ipler koptu. İşte “o gün yapmadınız dediğimizi…” Çünkü bazı ihracatçılar o bizim politikamızdan çok büyük zarar etti. Doğru. Adam daha Allah dalında yaratmadan fındığı satıyor. Ondan sonra da gidiyordu devletin kapısına “İşte ben şu fiyattan sattım. Yüksek fiyat koyarsanız mahvoluru” diye istedikleri fiyatı koyduruyordular. Biz bunu hem devleti de bu sıkıntıdan kurtarırız dedik. Tabii bize çok büyük tavizler oldu.Ama iki gün sonra “Bu satılmaz. Bu fındık elde kalacak. Yazık olacak” dediler. Ki bir evvel ki sene fındıktan tarihinin en yüksek ihracatını yapmış Türkiye 256 bin ton. Ama maalesef en düşük döviz girdisini 593 milyon dolar olarak getirebilmiş. Bizim koyduğumuz fiyatın “Avrupa’nın bu fiyatlara fındık yemeyeceğini, Türk fındığının elde kalacağını” bütün ihracatçılarımız Sayın Başbakana, hükümete gitti geldi söylediler. Biz kendilerine izah ettik. Bunun niye böyle olduğunu, fiyatı yüksek koyduğumuzu anlattık. “Göreceksiniz” dedik “Biz 6-7 dolara fındığın satıldığı zamanları bildiğimizi” söyledik. Nitekim öyle oldu. Ortalığı yıkanlar iki gün sonra bizi geçtiler. Hatta “2, 5 milyon büyük paradır” diyenler sezon sonunda 5,5 milyon liraya kadar fındık fiyatları yükseldi. Tabii 2004’te Karadeniz’de büyük bir don olayı yaşandı.


Fındıkta zaten yüzde 50’den fazla rekolte düşüklüğü oldu. Yine 5 milyon 50 bin lira bir fiyat koyduk. Bir evvelki sene de 550 bin lira da kar payı dağıttık üreticilerimize. Bu sefer 5 milyon 50 bin lira fiyat koyduk yine aynı terane “İşte 4 milyon niye koymadınız da 5,5 koydunuz. Satılmaz matılmaz…” Geldi fındık fiyatları 7 milyona, 7,5 milyona kadar yükseldi o sene. Şimdi biz bu 2003 ve 2004 fiyatlarını ilan ettikten sonra elimizde Fiskobirlik’in eski ürünleri vardı 2002 Hazine adına alınmış bir de 2001 kendi adımıza alınmış ürünler vardı. Bunların satışı istendi. “Tabii ki satalım” dedik İşte geldi biz de geldik konuştuk. Çağırdılar “kaça satılır?” İşte “Piyasa 1 milyon 700-1 milyon 800 bin lira. Bunun üzerine yüzde 10’da Fiskobirlik’in masraflarını korsak 1 milyon 900 bine filan satışa çıkartılır. Satılır” dedik. Anlaştık azından gittik bir gün sonra bize gelen talimat “Bu fındığı alış fiyatı olan 1 milyon 600’den satın” Nasıl olur? Hem Hazinenin 10-15 trilyon zararı olacak hem bizim ilan ettiğimiz fiyatı aşağıya düşürecek bu talimat. 10-15 gün uğraştık. Sayın Bakanımız da uğraştı, milletvekillerine birer mektup yazarak bunu protesto ettik. Onların bazıları da uğraştı ama olmadı. Onların dediği fiyattan çıkarttık ihaleye ama ne yaptık biz şirketlerimiz var yani entegre fındık işleme tesisimiz bir de soya yağ fabrikamız onları ihaleye sokarak fiyatları yükselttik. Yani denilen fiyattan satacağımız fındık zarar söz konusu olacağı yerde aşağı yukarı karlı duruma getirdik. Hazinemiz para kazandı ama…

Erkan Mumcu: Hangi fiyatla sattınız? Nihai olarak nerede gerçekleşti?

Salih Erdem: Fiyatı onların dediği gibi alış fiyatı 1 milyon 600 bin liradan çıkarsaydık tabii ki depo noksanlığından filan belki zarar olacaktı ama biz 1 milyon 700- 1 milyon 800 şirketlerimize yüksek fiyatla vererek diğer alıcılara da tüccarlara da “Bu fiyattan alırsanız siz de alın” dedik. Ona yükselttik. 2001 ürünü var kendi malımız onun için de kararname çıkartıldı. Bizim kendi malımız ama buna karşılık bizim Hazineye borcumuz var. 2000 ve 2001 ürününe kullandığımız üründen dolayı. Bu sefer onun için de bir kararname çıkartıldı. Kararnamede bu sefer bize yani bu ihaleye çıkartacak önce şifahen “bunu alış fiyatından filan…” dediler. Bir evvelki sene yapmadığımızı söyledik. Bu sefer bir kararname çıkarttılar. Kararname çok üzücü diyor ki, “Fiskobirlik’in şirketleri bu ihaleye giremez” -yani girdik yükselttik ya- “giremez” diyor. “Ancak oluşacak ortalama fiyattan fındık alabilir” diyor. Yüzde 80 borcuna karşılık satış hasılatlarının yüzde 80’i Hazineye çıkartılır sonunda hesaplaşmak üzere. Böyle daha pek çok bağlayıcı maddeler yani bir ay içinde 70 trilyon çıkacak filan. Tabii bu tamamen bir antidemokratik bir talimat olduğu için biz bunun iptali için yargıya gitmeye hazırlandık. Sayın Bakanımıza gittik arz ettik. “Yargıya gitmeden bu işi yine çözersiniz” dediler. Ne yaptık? Kalktık. Bir taraftan da zorluyorlar “aman satın” diye tüccarlar fındık bulamıyor. Maliyetini yaptırdık. Biz 3,5 milyon lira üzerinden fındığı yani “1,5 milyondan sat” dedikleri fındığı 3,5 milyon üzerinden ihaleye çıkarttık. Tabii ilk ihalemize bozuk depolarımızdan başladık. Ve 2 milyon 830 bin liralık bir fiyat oluştu. Fakat tabii kararname daha çıkmadığı için zararın bize rücu etmesini engellemek için sorumluluğu yüklenmemek için onu onaylamadık. Bir gün sonra Ankara’ya geldik. Toplandık ihracatçılarla “İşte fındığı niye yüksek fiyata yaptınız?” Hazinedekiler dediler ki “Fiskobirlik’in kabahati yok bunda. Kararname çıkmadığı için oldu.” “Peki biz yarın en iyi depolardan fındık satarsan alacağız” dediler. “Tamam” dedim. Yarın gittik ilan ettik. 100 bin ton fındığı bütün analizlerini yaparak, durumunu önüne dökerek ihaleye çıkarttık. İhaleye 20’ye yakın katılımcı para yatırdı, müracaat etti. İhale günü ben de arkadaşlara dedim ki, “Kimse gelip girmedi. Allah Allah nasıl olur 20 kişi şey yapıyor.” Böyle alacak “Fındığa ihtiyacımız var ” diye bizi sıkıştıranlar filan dahil. Aradım birkaç kişiyi dediler ki, “İhracatçılar Birlikleri bize faks çektiler. Bu fındığı biz konuştuk Hazineyle 1, 5 milyondan alacağız. Sakın gidip yüksek fiyat verip de zarara uğramayın.” diye bunun üzerine üzüldüm ondan sonra biz kalktık bunun için tekrar ihaleler yaptık. Ve bu ihaleyi onun altına düşürmedik.


Şimdi orada şirketlerimizi sokup fiyatı yükseltmek yani bozuk fındığa 2 milyon 830 bin verenler bu sefer en iyi fındığımıza dahi o fiyatta vermedi. 1,5 milyon vermeye başladı, 2 milyon veren oldu. Bunun üzerine dördüncü ihalede mecbur kaldık rica ettik bazı firmalara “Gelin de hiç olmazsa o ilk ihalede verdiğiniz fiyatı verin de bir yol açalım. Şirketlerimizin de mal alma yolu açılsın” diye böylelikle 3-4 firma girdi biraz 2 milyon 830 binin üzerinde fındık sattık. İşte şirketlerimizin mal alma önü açılınca paraları da vardı. Biz onlara 40 bin tonu 100 bin lira daha üstüne koyarak onlara sattık. Tekrar ihale yaptık. Fiyatı yükselttik velhasıl fındığı şirketlerimiz eliyle aldık. Şirketlerimizden onlar geldi mal talep ettiler. “1,5 milyon” dedikleri fındığı “1,5 milyon “diye bize talimat yazanlar, mektup yazanlar 6 milyon 200 bine kadar o fındığı aldılar. Yani arada bize “100 trilyon lira tutar bu fındık. Bunun 80’inin Hazineye gönderin borcunuza karşılık. 20’si size kalsın” denilen fındığa biz 345 trilyon lira bir değer tutturduk. Ve bunun 235 trilyonunu talimat gereği Hazineye gönderdik ve Hazineden şey istedik, “Müfettişlerinizi gönderin bu hesaplarımız incelensin. Borcumuz ne kadardır? Borçlu muyuz alacaklı mıyız? öğrenelim” diye. Hazine kendi hesaplarını yaptırdı. Bakanlık müfettişlerini yolladı. Bizim hesaplarımızı incelediler ve orada bizim 181 trilyon lira Hazineye borcumuz olduğunu 54 trilyon lira fazladan bizden par aldıklarını tespit ettiler. Ve biz bu paramızın derhal verilmesini istedik. Çünkü rubaiyeye giriyoruz. Bir de 2005 fındığını elimizde iyi bir de kaynağımız var bizim ama Devlet Fiyat İstikrar Fonundan yani 2000 yılında konulan ve 2000 ve 2001’de yüzde 40’ını Fiskobirlik’in kullandığı bu fondan 2002’de Hazine fındık aldığı için kullanmadık. 2003 ve 2004’te kendi kaynağımızdan işi gördüğümüz için kullanmadık. 3 seneden beri o fondan para kullanmadık. Bu sefer bu fona borcunu ödeyen tek birlik Fiskobirlik öteki birlikler aldıkları paraların sadece faizini ödeyebildiler. Ana parayı ödeyemediler. Ana parayı ödeyemeyenin tekrar kredi alması için ana parayı ödemesi lazımdı bunu yapan tek birlik Fiskobirlik olduğu ki o fondan bizim yad ettiğimiz 235 trilyon 40 trilyon da diğer birliklerin faiz olarak iade ettikleriyle 275 trilyonunun bizden başka kullanacak bir birliğimiz de kanuna göre, yasaya göre yok demek. Biz de bunu verecekler diye 4 defa 5 defa mektup yazdık. Gittik sıkıştırdık ettik ama bir türlü “bakacağız edeceğiz” dendi. Bu arada duyduk ki bu parayı dağıtmışlar diğer birlikler. Allah Allah nasıl olur? Baktık ki bir Bakanımız tevasupda bulunmuş bir birliğimize 80 vermiş, bir başka birliğe 100 trilyon verilmiş. Velhasıl parayı sıfırlamışlar. “Fiskobirlik’in hakkı ya o almasın” diye böyle bir durumla karşı karşıya kaldık. Bunun üzerine biz bankalara yöneldik işte özel bankalara maalesef onlar da işte yaşadıklarımız herkes biliyor. Onu alamadık. Maalesef biz ödemelerimiz devam ettiği sürece bizim ilan ettiğimiz 6 milyon 340 bin lira seviyesindeki fındık fiyatları tedricen düşmeye başladı. Zaman zaman şirketlerimizden para aktararak ödeme yapıyoruz. Çıkıyor piyasa yine bizim fiyatımıza ama ödememiz durunca yine düşüyor. Kredi arayışlarımız sürdü. Buradan alacağız.


Özel bankalar vermeyince devlet bankaları da vermedi. Sayın Başbakanımıza gittik konuyu anlattık. Velhasıl 10 aydan beri çok sıkıntılı günler yaşadık. Yani şimdi fındıkta ülkemize bakın buna rağmen yani bize kredi verilmemesine rağmen fındık ürünümüz şuanda 1 milyar 850 milyon dolar döviz girdisi sağladı bu sene. 7 haftalık bir süreç var 2 milyar doları çok geçecek. Şayet bize kredi verilse fiyatları bizim ilk yani 1,5 ay bizim para ödediğim süredeki fiyat istikrarında tutabilseydik bugün herhalde ki en azından 2 milyar 700 milyon, 2 milyar 800 milyon dolar döviz girdisi de sağlanmış olacaktı. Üreticimiz de bu bizim para ödediğimiz süreçte ürünü satanların dışında kalanlar da bu mağduriyeti yaşamayacaklardı. Geldik bu konu için çok çareler aradık. Her türlü bazı milletvekili arkadaşlarda bizlerle birlikte uğraştı ama aşamadık bir yerleri. Geldik işte son olarak bundan 20 gün evvel biliyorsunuz bütün millet de ümidini bağlamış işte “Sayın Başkanının Giresun Genel Kuruluna gelecek. Orada bu konuda bir açıklama yapacak. Piyasayı ferahlatacak bir açıklama yapacak” diye herkesin beklentisi vardı. Fakat Sayın Başbakan gelip orada tabii fındığa hiç dokunmak istemedi. Başka şeyleri “yol yaptık, üniversite yaptık…” gibi ama tabii üretici oradaki delege daha doğrusu hepsi “fındığa gel, fındığa gel” diye sürekli şey yapınca tabii birazda sinirlendi. Ve “bizim fındıkla ilgimiz yok” dedi. “Fiskobirlik aldı. Muhatabınız odur” dedi. Oradaki söylemleri tabii çok büyük şok etkisi yarattı piyasada. Bir gün sonra fındık fiyatları 4,5 milyondan acayip bir şekilde 2,5 milyona düştü. Yani bunu fırsat bilenler “Başbakan demek ki fındığa kredide verilmeyecek, bir şey de olmayacak” bugüne kadar herkes bekliyordu elinde fındığı olanda “ Fiskobirlik parayı ödemeye başlayacak. Bizim de fındığımızı alacak” derken böyle bir söylem birden iki milyon lira fındık fiyatlarını düşürdü. Tabii bu iki milyon fiyatların düşmesi bizim elimizdeki 51 bin ton fındığı 100 trilyon zarara soktu.


Üreticinin elindekini bir o kadar da o zarara soktu. Çok üzücü bir durum doğdu tabii ondan sonra işte biz yine de kredi için dış kredide çalışmalarımız vardı onunla uğraşalım derken en sonunda geçen 4,5 milyon civarındaki piyasadan “ne yapalım? Satalım biraz zararına da olsa fındık borcumuzu ödeyelim” diye düşünürken bu şeyler oldu tabii. İki gün evvel de Sayın Başbakanın gelip bu şeyi düzelteceğini bekledi Karadeniz. Ordu kongresinde aynı şeyi söyleyince bütün fiyatlar çöktü.

Erkan Mumcu: Nedir fiyat şimdi Sayın Başkan?

Salih Erdem: 2 milyon 300 bin filan. Şimdi keşke orada Sayın Başbakan “Bu fındık tabii ki Fiskobirlik aldı. Borcu var ama buna karşılık da elinde fındığı var. Bunu satıp fındığın borcunu verecek şekilde elinde ürünü var. Satıp borcunu verir. Bundan kimse endişe etmesin.” diye bir söylem söyleseydi kendisi hiçbir yükümlülüğe girmeden inanın o gün fındık fiyatları 500 bin lira yukarı çıkacaktı. Yani 4,5 milyon-5 milyona çıkacaktı. Ama öyle bir ümit verilmemesi birden bire fırsatçılara iş doğdu. Fiyatı çökerttiler. Ve düşünün önümüzdeki sene de tabii yüksek bir rekolte söz konusu. Şimdi bütün Karadeniz moralsiz bir şekilde çünkü şuanda fiyatların bu seviyeye düşmesi önümüzdeki sezon fındık fiyatlarının çok daha aşağıya düşeceğini gösteriyor. Kaldı ki fındıkta işte Ziraat Tarım Teşkilatının, Ziraat
Odalarının filan yaptığı şeye göre 3,5 milyon liralık bir maliyet var burada. Düşünün şimdi 2,5 milyon yani şuanda maliyetinin 1 milyon altına önümüzdeki sene belki 2 milyon altına bu da şu demektir: Karadeniz’de kendi aile ziraatıyla fındığını toplayacakların dışındaki yani yevmine rantını toplayacak adamların hiçbirin fındığın dalını almaması demektir. Çünkü adam zaten 3 milyon yevmiyeyle toplattığı fındığın, toplama maliyeti 3 milyonu bulan bir ürünü 2 milyon olursa adam niye onun dalına asılsın? Öyle bir durum oldu. Öyle bir sıkışık durum oldu.


Tabii şu anda Karadeniz basınını, fındık bölgesi medyasını takip etseniz her gün gündemde fındık var. Televizyonlarda fındık var, radyolarda fındık var, gazetelerde var. Fındık neyse, son Ordu konuşmasından sonra işte Sayın Başbakanın, işte biraz gündeme geldi ulusal medyamızda. İşte biz pazartesi günü “bu konu ne olur, ne gider” diye artık bu güne kadar fiyatların düşmesine sevinenler de artık bunun sıkıntı yarattığını, yarın bunun altında hepimizin birden kalacağını gözleriyle görerek, işte bir toplantı şey yapıldı. Odalar Birliğinin yönetiminde iki toplantı yapıldı. Son olarak geçtiğimiz pazartesi biliyorsunuz, Sanayi Bakanlığında bir toplantı yapıldı. Bir çıkış yolu arandı. Herkes de orada bunun bir çareye bağlanmasını istedi. Tabii Sayın Başbakanımızın o günkü konuşmasından sonra, orada da Sanayi Bakanımızın da yapacağı başka bir şey... Ama buna rağmen bir şeyler alındı. Herhalde sonuç bildirgesini size verdiler. Orada bunun yani 1200 ton fındığın alınıp stoklanmasının gerekli olduğu, bunun için ne yapılacaksa yapılması gerektiği, ondan sonra Fiskobirlik’in borçları için bir formül bulunması, işte elindeki fındığın değerlendirilerek veya başka bir şekilde, yani endişeleri dile getiren bir şey yapıldı ve burada TOBB’un öncülüğünde bir çalışma grubu oluşturulmasına karar verildi. Velhasıl inşallah bir şeye varır diye düşünüyorum. Yaşananlar o kadar şey ki anlatmakla bitmiyor zamanınızı çok aldım Sayın Başkanım. Eğer bir sorunuz olursa cevaplarım. Teşekkür ediyorum ben size.

Erkan Mumcu: Evet. Benden de bir şeyler bekliyor musunuz arkadaşlar? Şimdi Sayın Başkanın uzun yılları ifade eden anlatımından sonra müsaade ederseniz ben biraz konuyu özetleyeyim. Fındığa nasıl bakmamız gerekiyor? Fındık meselesinin Türkiye ekonomisi için önemi nedir? Bunu mutlaka net bir tarife bağlamamız ve anlamamız gerekiyor. Sayın Başkan da ifade etti; fındık Karadeniz bölgesinde başka bir ziraatın yapılamadığı coğrafyada yapılıyor. Dik yamaçlarda, fındık için çok elverişli ama onun dışındaki ziraatlar için de pek elverişli olmayan bir alanda yapılıyor, arazide yapılıyor. Ve Türkiye dünya fındık üretiminin yaklaşık yüzde 75’ini sağlıyor. Dünya fındık üretiminin yüzde 75’ini üreten bir ülke, neredeyse tamamını ürettiği ürünün fiyatı hakkında ne yazık ki söz sahibi olamıyor. Bir bakıyorsunuz bir yıl 600 bin ton fındık ihraç edip 400 milyon dolar gelir elde ediyorsunuz, bir bakıyorsunuz bir yıl 300 bin ton fındık ihraç edip 2 milyar dolar gelir elde ediyorsunuz. Bunun net bir şekilde altını çizmek istiyorum. Dananın kuyruğunun koptuğu yer, işin özü, esası bu. Türkiye bir bakıyorsunuz bir yıl 600 bin ton fındık satıyor, sattığı 600 bin ton fındığın karşılığında eline 400, 450, 700, 500 bilemediniz 700 milyon dolar geçiyor, bir bakıyorsunuz bir bakıyorsunuz 300 bin ton satıyor eline 2 milyar dolar para geçiyor. Bütün mesele fiyatın nasıl teşekkül edeceği ile ilgili.


Fiskobirlik gibi birliklerin temel işlevi üreticinin ürününü alarak, fiyatın üreticinin hakkını koruyacak bir düzeyde teşkil olmasını, oluşmasını sağlamak. Birlikler esas itibariyle bunun için. Burada unutulan bir gerçeklik var ki; fındık devletten yıllar itibariyle destek gören bir ürün değil tam tersine ekonomiyi destekleyen bir ürün. Vergi veren bir ürün. Destekleme Fiyat İstikrar Fonunda biriken kaynağın çok büyük bir kısmı fındıktan elde edilen kesintiler. Başbakanın söylediği “1.5-2 katrilyon borcunuzu sildik” cümlesi gerçeği yansıtmıyor. Başbakanın ifade etmeye çalıştığı şey Fiskobirlik’le bankalar arasında muazalı bir alacağın daha sonra banka satışları esnasında, el konulan bankanın satışı esnasında Fiskobirlik borcu olarak kabul edilip mahsuplaşılmasından doğan bir şey ki Fiskobirlik o borcu zaten kabul etmemişti. O borcu zaten hukuken tahakkuk etmiş bir borç değildi. Sayın Başbakanın ve hükümetinin zaten oradaki tahakkuklaşma, yani yaklaşık 1,5 milyar dolara ulaşan bedelin Fiskobirlik’in borcu olarak kabul edilmesi dolayısıyla sorumlulukları doğmuştur. Bunun hesabını ayrıca vermeleri icap eder. Yani bunun, aşağı yukarı 1.5 katrilyon lirayı kabul etmiş olmalarını, ayrıca hesabını vermeleri icap eder. Hiç kimse başka bir hesabı fındık üreticisinin üstüne yıkmaya falan çalışmasın. Yani bunu yutturabilecekleri üç-beş saf belki bulurlar, ama fındık üreticisi gerçeğin ne olduğunu biliyor. Fiskobirlik gerçeğin ne olduğunu biliyor, biz gerçeğin ne olduğunu biliyoruz. O borç Fiskobirlik’in borcu değildir. O borç kaydi hesaplarla şişirilmiş bir borçtur. O borca Fiskobirlik’in itiraz etmesi karşılığında anılan banka zaten alacağını iddia dahi edememiştir. Sadece ve sadece bilânçosunda alacak göstermek suretiyle, kendisini haklı göstermek gibi kendi kendine bir işlem yapmıştır. Bu bir parantezdir. Bu, tarihe emanet edilmiş olarak bir kenarda duracaktır. Ve bu paranın hesabı bu hükümetten sorulacaktır.


Bu gözden kaçmış bir şey falan değildir. Dolayısıyla oradaki 1,5 katrilyon liraya ulaşan kamu kaynağının en azından basiretsiz bir biçimde yitirilmesinin hesabını bu hükümet verecektir. Basiretsizlikten öteye bir vebal varsa onun hesabı da verilecektir. Bu ayrı bir bahistir. Ama bilinmesi gereken gerçek şudur ki; fındık üreticisi devlete borçlu değildir, fındık üreticisi devletten alacaklıdır. Fındık öyle sanıldığı gibi diğer ürünlerde, tütünde, şeker pancarında olduğu gibi devletten net destek alan bir ürün değildir. Ve fındık Türkiye’nin en önemli ihracat kalemlerinden bir tanesidir.

Fındıkta fiyatın sezondan sezona değişmesinin iki nedeni vardır: bir; rekolte, iki; politikalar, destekleme politikaları. Şimdi rekoltenin bol olduğu yıllarda yapılması gereken şey, piyasa yapıcı rolünü üstlenen kurumların fındık alıp stoklamaya girişmeleridir. Bunun başka yolu yoktur. Bunu ya Fiskobirlik yapacaktır, ya da Toprak Mahsulleri Ofisi yada Hazinenin adreslediği herhangi bir kurum yapacaktır. Neden yapacaktır? Şunun için yapacaktır; diyelim ki yüksek rekolte oluştu ve 700 bin ton fındığınız oldu. Eğer fiyatı, 200 bin tonunu, 150 bin tonunu stoklayacak bir politikayı ortaya koymazsanız ihracat fiyatı 2 dolarlara kadar geriler ve ne kadar satarsanız satın elde ettiğiniz gelir düşük olur. Ama 200 bin tonunu stoklamaya karar verdiğinizi ilan etmeniz dahi fiyatı gerçekçi bir düzeye çeker, fiyatı 5 dolar, 7 dolar gibi bir düzeye çeker. En azından iç fındık bakımından 10 dolarlar gibi bir düzeye çeker. 10 dolarlar gibi bir düzeye çekmiş olması da zaten piyasanın istikrara kavuşması demektir.


Türkiye’nin 250-300 bin ton fındık ihraç ederek dahi 2 milyar dolar civarında bir gelir elde etmesi demektir. Hükümetin bu günkü politikasıyla Türkiye 700 bin ton fındık ihraç etse bile eline geçecek para 1 milyar doları bulmayacaktır. Dikkat edin yurtdışına verdiğiniz ürün miktar bakımından iki misli artarken, elde ettiğiniz gelir yarı yarıya düşüyor. Ne için? Stoklama maliyetini herhangi bir kurum üstlenmediği için. Fiskobirlik, üreticisinin haklarını korumak adına stoklama maliyetini üstlenen bir rol ortaya koymuşken, siz Fiskobirlik’in Hazineden alacağını ödemiyorsunuz. 56 trilyon lira, daha önceki yıllardan doğan alacağını ödemiyorsunuz. Fındık üreticisinin Destekleme Fiyat İstikrar Fonunda birikmiş hakkını, bu amaçla konulmuş olan fonda biriken parayı başka yerde çarçur ederek fındık üreticisine vermiyorsunuz, fiyatın düşmesine sebep oluyorsunuz. Köylünün mahsulü, bu kadar da değerli bir ürün yok pahasına satılırken, insanınızın emeğinin üzerinden yurtdışı piyasalar ve içerdeki üç-beş spekülatör tacir kar edecek. Alivre satışlarla, düşük fiyatlarla taahhüt altına girmiş insanların hükümet üstünde oluşturdukları lobi ki Sayın Başbakan kendilerini savunmaktan, yani “delikten aşağıya süpürülme” teklifine rağmen savunmaktan biran bile geriye durmuyor, çok net olarak söylüyorum, işte Fiskobirlik başkanı burada, Fiskobirlik gibi yüz binlerce üreticiyi temsil eden bir kurumun başkanına, fındık politikasıyla ilgili olarak “Git sen Cüneyt’le konuş, bu işi halledelim” gibi anlamsız yönlendirmelerde bulunabiliyor. Ama fındık üreticisi sonuçta sahipsiz kalıyor. Fındık sahipsiz kalıyor. Ülke ekonomisi en az 1 milyar 1,5 milyar dolar zarara uğruyor ve insanımız ne olduğunu anlayamıyor.


200 bin ton-150 bin ton fındığın hazine tarafından stoklanması veya okullarda çocuklarımıza bedelsiz dağıtılması veya kışlalarda Mehmetçiklerimize bedelsiz dağıtılmasından bu memleketin hiçbir zararı olmaz. 200 bin tonunu Mehmetçikler yer, çocuklarımız yer bizim ihracat gelirimiz de iki katına çıkar. Çocuklarımıza yedirmediğimizi, Mehmetçiklerimize yedirmediğimizi alacağımız paradan da vazgeçirerek Avrupalıya yediriyoruz hükümetin şu politikasıyla. Bunun başka bir ifadesi yoktur. Fiskobirlik’i kendi kaderine terk et, Fiskobirlik elindeki 700 milyon YTL’ye tekabül eden fındık stokuna rağmen rehinle dahi borç alamaz duruma gelsin, Fiskobirlik’in borcunu ödeme, Destekleme Fiyat İstikrar Fonundaki paraları verme, ne olsun fiyatlar düşsün. Ve her konuşmanla da yerile yeksan et fındık piyasasını. Şimdi bu saatten sonra karar alacak olsalar bile fiyat 2 milyon 300 bin bazdan yukarı tırmanma çabası içinde olacaktır. Oysa bu karar 5 ay önce alınmış olsaydı, 4 ay önce alınmış olsaydı fiyat en azından 4,5-5 milyon düzeyinden yukarı doğru bir hareket gösterecekti. Bu basiretsizlik, bu ihanet fındık üreticisinin alın terine ihanettir. Onun çoluğunun çocuğunun rızkına ihanettir. Ve kesinlikle üretici tarafından cezasız bırakılmayacaktır. Ve açıkça söylüyorum hem siyasi olarak hem hukuki olarak biz bu meseleyi sonuna kadar takip edeceğiz. Bu hükümeti de kaçtığı yere kadar kovalayacağız. Fındık üreticisinin çoluğunun çocuğunun rızkından çalınan o trilyonların hesabını biz bu hükümetten soracağız. Öyle de soracağız böyle de soracağız. Günahtır. 200 bin ton fındık bütün yapılması gereken hatta 100 bin tonu bile yeterli olabilir. 100 bin ton fındığın Hazine kaynaklarıyla, Destekleme Fiyat İstikrar Fonu kaynaklarıyla stoklanması veya vatandaşlarımıza, çocuklarımıza, Mehmetçiklerimize ücretsiz dağıtılmasının karşılığı ihracat gelirlerimizin 1 milyar dolar yukarı çıkması demektir. Bunu anlamamak için cahilden daha öteye bir şey olmak lazım. Hain olmak lazım. Ve çok net söylüyorum bu hükümetin fındık politikası fındık üreticisine apaçık bir ihanettir. Günahtır. Yani bugüne kadar yapılan yanlışların telafisi çok kabil gözükmüyor ama “Vurun abalıya” misali Fiskobirlik’i düşman ilan ederek, Fiskobirlik’i karalayarak bir yere varılmaz.

Diyelim ki Fiskobirlik hata yaptı, yanlış yaptı. 8 milyon insan fındıktan geçiniyor. 8 milyon insan. 400 bin aile yanılıyor muyum? 400 bin ailenin ekmeğiyle ilgili bir meselede hükümet “Bana ne ben karışmıyorum” diyemez. “Bana ne? ben karışmıyorum” dediği yerde çünkü avanta, hortum açıkça söylüyorum yakınlarının cebine giriyor. Böyle bir adaletsizlik olamaz. O bakımdan Fiskobirlik Başkanını da, fındık üreticisini de soğukkanlı olmaya davet ediyorum. Ürünün kıymetini bilmeye davet ediyorum. Fındık üreticisine diyorum ki, “Dişinizi sıkı. mecbur olmadığınız miktarı satmayın.” Biliyorum sıkılacak diş de kalmadı. Yani üreticinin geçinmek için mecbur adam sıkılacak diş de kalmadı ama mümkün mertebe insanların dişini sıkmasını diliyorum. Bu hükümeti bu milletin iradesi terbiye edecektir. Bu milletin emanetiyle azan, azgınlaşan, elindeki iktidarın emanet olduğunu unutup silah olduğunu zanneden, kendi halkına karşı kullandığı bir silah haline getiren bu hükümeti bu azgın tavrını bu millet eninde sonunda terbiye edecektir. Ben buna inanıyorum. Sayın Başkana çok çok teşekkür ediyorum ziyaretleri vesilesiyle. Arkadaşlarımızın Sayın Başkana ya da bana soruları varsa onları cevaplandırmak isterim yoksa teşekkürlerimle uğurlayacağım.....

ERKAN MUMCU BAŞBAKANI UYARMIŞTI.....



ANAVATAN PARTİSİ GENEL BAŞKANI SAYIN ERKAN MUMCU’NUN
TÜRKİYE CUMHURİYETİ BAŞBAKANI SAYIN RECEP TAYYİP ERDOĞAN’A GÖNDERDİĞİ MEKTUP
TEMMUZ 2005


Sayın Başbakan,

1982 Anayasası ve onun kurduğu sistem, varolduğu günden beri siyasal toplumsal yaşamımızda ortaya çıkan pek çok soruna kaynaklık ediyor. Temel sorun bu Anayasanın yapıldığı koşullar ile bugünün Türkiye’sinin ihtiyaçları arasındaki uzlaşmaz çelişkidir. Ancak bundan daha önemli olanı mevcut anayasal düzenin biriktirdiği sorunlar ve geciktirdiği çözümlerle sürdürülemez bir noktaya gelmiş olmasıdır.

Bu süreç içerisinde Türkiye, biriktirdiği değişim ihtiyacını kendi vizyon ve iradesiyle hayata geçirmek yerine, kendi dışındaki odakların (AB, IMF gibi) telkin, yönlendirme ve bazen de dayatmasıyla gerçekleştirebilmiştir. Özellikle Avrupa Birliği’ne tam üyelik hedefi etrafında oluşturulan siyasi atmosfer ve konsensus bu kısmi değişim ve dönüşümlerin önünü açmıştır.

Her ne kadar bu süreç Türkiye’nin zaten ve kendiliğinden ihtiyacı olan bir takım değişim ve gelişmelerin önünü açmak gibi faydalı sonuçlar doğurmuşsa da, özellikle Avrupa Birliği’nin kendi içinde yaşadığı bazı sorunlar, uluslararası alanda yaşanan veya yaşanması muhtemel bazı gelişmeler ve Türkiye’nin çözülmeyi bekleyen pek çok sorunu birlikte değerlendirildiğinde, göz ardı edemeyeceğimiz riskler-tehditlerle karşı karşıya bulunduğumuz aşikârdır.

Türkiye kendi değişimini başkaca bir moderatöre ihtiyaç duymadan yönetebilmelidir.

Bilhassa uluslararası ilişkiler alanında yaşanması muhtemel gerginliklerin ortaya çıkarabileceği yeni sorunlar ve bunların iç komplikasyonları göz önünde tutulduğunda, Türkiye’nin kendi değişim yönetimi kapasitesini yaratabilmesinin ne kadar acil ve ne kadar hayati bir öncelik olduğu görülecektir.

Bugün itibariyle uzak bir ihtimal gibi görülseler bile, bu risk ve komplikasyonların ciddiyetle değerlendirilmesi ve çözümlerinin hayata geçirilmesi Türkiye Büyük Millet Meclisi ve topyekûn Türk siyaseti açısından ihmal edilemez varoluşsal bir görev olarak önümüzde durmaktadır.

Bu çerçevede her demokrasi için olağan kabul edilebilecek rekabet, “çözüm için demokratik uzlaşmayı” engellememelidir.

Unutmamalıyız ki demokratik rejim ve unsurları ulusal birlik ve toplumsal barışın hem ürünü hem güvencesidir. Onun için ulusal birliği ve toplumsal barışı korumak demokratik kurumların ve demokratik rejimin tüm unsurlarının en önemli görevidir.

Son yirmi yıl içinde gerçekleşen seçimlerin gündemlerine ve siyasi tercihlerin odağına yerleşen, ülke gündemini çeşitli aralıklarla ama sürekli meşgul eden konu-sorunların neler olduğu konusunda sanıyorum kolaylıkla uzlaşabiliriz. Hatta siyasi partilerin seçim beyannameleri, siyasilerin gazete ve televizyonlara yansıyan beyanları üzerinden yapılacak kısa bir araştırma da bu konuların neler olduğunu açık seçik olarak önümüze koyabilecektir.

Sayın Başbakan,

Türkiye’nin bu sorunların çözümlerini geciktirmekten elde edebileceği hiçbir yarar yoktur.

Bu sorunların çözümü için Türkiye Büyük Millet Meclisi’nden daha üstün ve daha yeterli hiçbir irade ve adres de yoktur.

Ve bu sorunları demokratik bir uzlaşmayla çözmekten başkaca bir yöntem de yoktur.

Bu bağlamda “toplumsal mutabakat” veya “kurumlararası mutabakat” gibi içeriği açık olmayan ve çözüme yaklaştırmayan kavramlar etrafında düşünmenin fazlaca bir yararı olmayacağı açıktır. Bu gibi söylemleri anlamlı ve geçerli kılacak şey çözümleri mümkün kılacak bir “demokratik uzlaşma”dır. Çünkü demokrasilerde toplumsal mutabakatın sözcüsü ve adresi parlamentolardır, kurumları da siyasi partiler ve sivil toplum kuruluşları gibi demokratik oluşumlardır.

AB ile ilişkiler ve bölgemizde yaşanması muhtemel sıcak gelişmelerin önümüzdeki zaman diliminde tetikleyebileceği sosyal tepkiler göz önünde bulundurulduğunda, bekletilen bu sorunların çözümü için en uygun ve elverişli zaman kesitinin hemen şimdi olduğunu görüyoruz.

Bu sorunların çözümü için demokratik bir uzlaşmaya gidilememiş olması ve yukarıda işaret edilen sosyal psikolojik ortam bir arada düşünüldüğünde, çözümden daha uzaklaşacağımız gibi, biriken sorunların daha derin ve daha vahim boyutlar kazanabileceğini göz ardı edemeyiz. Onun için şimdi çözmeliyiz. Demokratik bir uzlaşmayla çözmeliyiz. Zaman kaybetmemeliyiz.

Hiç şüphesiz bu sorunların en başında birey ve toplum yaşamının vazgeçilmezi olan din değerleri ile demokratik devlet düzeninin vazgeçilmezi olan laiklik ilkesi arasında uzlaşmaz bir çelişkinin var olduğu yönündeki yanıltıcı algı gelmektedir. Bu yanılgı tüm toplumsal ve siyasal yaşamımızı baskı altına almakta; bu baskı biçimsiz ve niteliksiz sorunlar yaratmaktadır. Bu sorunlar, bireylerin günlük yaşamından siyasi tercihlerine, ülkenin toplumsal barışından uluslararası ilişkilerine kadar uzanan bir yelpazede yaşanan daha pek çok soruna da kaynaklık etmektedir.

Anılan sorunun en yoğun ve somut biçimde simgeleştiği alan, daha çok “başörtüsü” tartışmasıdır. Kız öğrencilerin başörtüsü sorunu olarak başlamış olan bu sorun, geldiğimiz noktada, bir yandan kapsamlı bir yükseköğretim reformunu engelleyen bir boyuta taşınmış, diğer yandan haklar ve özgürlükler eksenli bir tartışmanın odağına yerleşmiş ve toplumda hem kamplaşmaya yol açmış, hem de kamu vicdanını yaralayan sonuçlara dönüşmüştür.

Bir tek noktadan üreyen ve çoğalan sorunlar toplamı bütün siyasal ve toplumsal atmosferi belirleyebilecek boyutlara kadar büyüyebilmektedir.

Öte yandan sorunları çözmek adına açık seçik olmasa da ortaya atılan fikirlerin hem kavrayış hem çözüm yeterlilikleri kuşkuludur. Özellikle anayasamızın 42. maddesinde bir değişiklik yapılarak “gerekirse referanduma götürülmesi” yolundaki çözüm girişimleri sorunu çözmekten çok, toplumu kutuplaşma ve bölünmeye götürecek sonuçlar ortaya koymaya adaydır.

Çözümü olabildiğince yalın, açık, anlaşılır, toplumsal uzlaşmayı yansıtacak ve demokratik uzlaşmayı mümkün kılacak biçimde üretmek gerekir.

Anavatan Partisi olarak çözüm yol ve yöntemlerini önermekten başlayarak diyaloğa açık ve önkoşulsuz olarak her türlü katkıya hazır olduğumuzu bilmenizi rica ederim.

Çözümün konuya çeşitli açılardan yaklaşan tüm tarafların gösterecekleri “kişi hak ve özgürlüklerine karşılıklı saygı” ortak tutumu üzerinden inşa edilebileceği açıktır.

Bu düzlemde, kamuoyuna da deklare etmiş bulunduğumuz önerilerimizi, burada bir kez daha sizinle paylaşmak ve tarih önünde belgelemek gereğini görüyorum.

İlk önerimiz “başörtüsü sorunu” olarak tanımlanan, ancak çok daha kapsamlı bir yüksek öğretim reformunun konusu olması gereken anayasa değişikliklerine ilişkindir.

Siyasi tercihlerden cumhurbaşkanı olacak kimsenin eşinin kılık kıyafetine kadar uzanan tartışmalarda kendisini bütün ağırlığıyla hissettiren başörtüsü sorunu, öngördüğümüz demokratik uzlaşı kapsamında nihai bir çözüme kavuşturulmalıdır.

Bunun için yapılması gereken sadece “başörtüsü” konusuna odaklanmaktan uzaklaşarak Anayasa’nın 130. ve 131. maddelerin değiştirilmesi suretiyle Bologna Deklarasyonu ilkelerine uygun kapsamlı bir üniversite reformunun gerçekleştirilmesidir.

Bu reform sadece ilişkilendirildiği başörtüsü bağlamında değil, anaokulundan ilköğretime, orta öğretimden mesleki eğitime ve oradan ülkenin işgücü ve insan kaynakları planlamasına kadar pek çok alanı sıkı sıkıya ilgilendiren hayati ve öncelikli bir ihtiyaçtır. Reform daha önce akademik çevrelerle ve çeşitli toplum kesimleriyle varılan mutabakat gereği; üniversiteleri Anayasa’da idari ve mali açılardan özerk kurumlar haline getirmeyi, Üniversitelerarası Kurulu akademik özgürlüklerin güvencesi olan Anayasal bir organa dönüştürmeyi ve yükseköğretim kurumları arasında eşgüdüm ve eşyetkinlik yetki ve görevleri ile donatılmış bir yükseköğretim eşgüdüm kurulu oluşturulmasını hedeflemelidir.

Mevcut YÖK yönetmeliğinden kaynaklanan ve temel bir insan hakkı olan eğitim özgürlüğünü ortadan kaldırıcı boyutuyla, pek çok toplumsal ve siyasal soruna kaynaklık eden ve kamu vicdanında onaylanmayan kılık kıyafet kısıtlarının kaldırılması bu girişimin çok küçük bir parçası olsa bile, getireceği çözümün toplumsal barışa ve siyasal verimliliğe katkısının çok büyük olacağı açıktır.

Kılık kıyafet tartışmalarına son verilebilmesi bakımından ayrıca, kamu hizmeti alan ve kamu hizmetini veren esasında yapılacak bir ayrışmaya dayalı olarak,kamusal alanın devletle ilişkili boyutu açık ve net bir şekilde tarif edilebilir ve kamu erkini kullanan kesimlerin herhangi bir din ya da ideolojiye dayalı sembol bulunduramayacağından hareketle, kişi hak ve özgürlüklerine devletin ancak kamu erkini kullananlar açısından bir sınırlandırma getirilebileceği hükmü açıkça yazılabilir.

İkinci önerimiz, Cumhurbaşkanlığı makamının ve siyasal sistemimizin sağlıklı biçimde tanımlanmasına ilişkindir.

Geride bıraktığımız yirmi yıl içinde pek çok kısır tartışma ve verimsizliğe yol açan cumhurbaşkanlığı konusunun da demokratik doktrinin icaplarına uygun bir çözüme kavuşturulması gereği vardır.

Mevcut haliyle yarı başkanlığa benzeyen, ancak seçilme yöntemi, yetkileri ve sorumsuzluk prensibiyle dünyada başka bir örneği bulunmayan bu model, olması gereken biçime dönüştürülmelidir. Birinci yöntem, sistemi gerçek bir parlamenter rejim hüviyetine kavuşturmak ve böylece Almanya’daki örneğine benzer bir cumhurbaşkanlığı modelini benimsemek olabilir.

Her ne kadar mevcut durumdan daha anlaşılabilir ve kabul edilebilir görülse de özellikle demokratik rejimin çoğulcu ve müzakereci karakteri göz önüne alındığında, temsili demokrasi düzeyinde kalma, çoğunluk rejimine dönüşme gibi riskleri bertaraf edebilecek ve kuvvetler ayrılığı ilkesini daha etkin kılacak bir yöntemin benimsenmesi bize daha doğru görünmektedir.

Bu ise mevcut uygulamaya Parlamentoyu seçime götürebilme yetkisi ve halka karşı sorumluluk anlayışının yerleştirilmesi, yani cumhurbaşkanının halk tarafından en çok iki dönem için ve iki turlu bir sistemle seçilmesi suretiyle gerçekleşebilir.

Üçüncü önerimiz, “yolsuzlukla mücadele” çerçevesinde dokunulmazlıkların sınırlandırılmasına yönelik bir anayasa değişikliğini öngörmektedir.

Ana muhalefet partisinin anayasa değişiklikleri konusunda dokunulmazlık sorununun çözülmesini ön koşul olarak ileri sürmesi, öngördüğümüz uzlaşmanın alanını daraltabilecek bir sorun olarak görülmektedir. Oysa hiç kuşkusuz ana muhalefet partisinin de bu uzlaşıya kendi iradesi ve katkılarıyla katılması çok değerlidir.

Bunun için iktidar ve ana muhalefet arasında uzlaşmazlık noktası olarak görülen dokunulmazlıklar sorununun, yürütme erkini kullananlar bakımından sınırlandırılması yönünde yeni bir uzlaşma ile çözüme kavuşturulması mümkün gözükmektedir. Böylece yasama dokunulmazlığı aynen korunarak, kamu vicdanının da rahatsız olduğu yolsuzluk, suiistimal gibi itham ya da isnatlar karşısında Türk siyasetinin kamu vicdanında aklanmasına imkân verecek bir kapı aralanabilir.

Sayın Başbakan,

Yeni bir yasama yılının sonuna geldiğimiz şu günlerde böyle bir çözüm ve uzlaşma platformunun oluşturulmasının önemine dikkat çekmek istiyorum.

Ayrıca, Anavatan Partisi olarak getirilebilecek başkaca önerileri de müzakere etmeye ve desteklemeye hazır olduğumuzu belirtmek isterim.

Üstelik, seçimlerden bugüne ortaya çıkan Parlamento tablosu, ortaya koyduğu aritmetik dengelerle, bu çözümlere çok yakın olduğumuzu da bize göstermektedir.

Önemli olan burada değinilen meselelerin ülkenin acil ve öncelikli sorun alanları olduğu üzerinde mutabık olmaktır. Türkiye’nin birliği ve dirliği açısından bu sorunlar ihmal edilemez. Yaşanılan sorunlara ilişkin bugünden geliştirilecek çözümler, önümüzdeki dönemde ülkenin gündemine girmesi muhtemel riskleri de bertaraf etmeye katkı sağlayacaktır.

Anavatan Partisi olarak bu konuların Parlamento çatısı altında görüşülebilmesini sağlayacak sayısal çoğunluğa sahip olmayışımız nedeniyle, sorunların çözümü yönünde koşulsuz irademizi, taahhüt ve beyanımızı tekrarlamak ve mevcut Parlamentonun tarihi ve vicdanı sorumluluğunu sizinle paylaşmak adına bu çağrıyı yapma ihtiyacı duydum. Meclis çoğunluğuna sahip olma imkanı ile bu sorunları çözme bahtiyarlık ve şerefine -“ortak” demiyorum- “sahip olmak” isteyeceğinize inanıyorum.

Saygılarımla.
Erkan MUMCU
Anavatan Partisi Genel Başkanı

23.07.2008

BOR, TORYUM, DAHA BİLMEDİĞİMİZ NELER?


Kanalların yaptıkları güncel konulu dizilerle bizlerı TV lerın esiri yaptığı günümüzde tembelliğe alışan toplumumuz, İkinci dünya harbinde yerle bir olan Japonya ve Almanyayı madenlerını, akıllarını kullanarak çalışkanlıkları ile, 50 yılda yıne dunya devlerı arasına nasıl girdiklerını asla unutmamalı azimle TÜRKİYE CUMHURIYETINI hak ettıgı ileri medeniyetler arasına sokmalıdır.
Toryum...geleceğimiz..!!


Toryum radyoaktif bir element ve dogal olarak nukleer enerji elde etmede kullaniliyor. Hem de alternatifleri icinde en temizi. Dunyada en cok Toryum rezervine sahip ulke hangisi bilin bakalim? Turkiye.
Rezerv ne kadar --- 800.000 Ton. Sonra hangi ulke geliyor? Hindistan.
Rezervi ne kadar --- 300.000 Ton.


Peki sahip oldugumuz Toryum"un degeri ne kadar? Siki durun; Turkiye"nin, Ic borcu --- 85 milyar $. Dis Borcu 125 milyar $. Toplam --- 220 milyar $. Elimizdeki Toryum"un degeri 120 TRILYON $. Yani toplam borcumuzu 545 kere oduyor. Once Bor simdi de Toryum..
Daha bilmedigimiz neler var kim bilir.

Bilginize...
Borla calisan araba uretildi,
Turkiye kiskacta. Arabayi bor madeniyle calistiracak patentli 600 proje oldugu ortaya cikti? Cunku Turkiye, dunya rezervinin yuzde 70"ine sahip ve uslararasi trostler Turkiye uyanmadan bu kaynagi ele gecirmeyi planliyor.Amerikan Millenium Cell (MC) ve stratejik ortagi Daimler-Chrysler (DC),seri uretime bile gecti. Ancak uluslararasi trostler, bu gelismeleri ulkemizdeki bor zenginligine egemen olmak icin Turkiye"den kaciriyor. Aksiyon dergisinde yayimlanan habere gore, konuyla ilgili incelemelerden biri Scientific American dergisinin Mayis 2002 sayisinda yayimlandi.


**DUSUNULEBILECEK EN TEMIZ YAKIT" basligiyla verilen haberde, kimyager Steven Amendola"n Ford Explorer model otomobili bor bilesiklerinden elde edilen yakitla calistirildigi anlatiliyordu
**ABD"li kimyager Amendola"ya gore, sodyum bor hidritle calisan otomobilin hem menzili iki katina cikiyor, hem patlama ihtimali olmadigi icin tam guvenli oluyor, hem cevre kirliligi olmuyor, hem de yakit kullanildiktan sonra tekrar degerlendirilebiliyor.


**Benzinle calisan otomobillerde yakiti depolama sorunu oldugu icin menzili dusuyor. Borla calisanlardaysa bu sorun ortadan kalkiyor.
Sodyum Bor Hidrit maddesi ile suyun olusturdugu hidrojenin yakit pillerine
ulasmasi ve aciga cikan enerjinin mekanik enerjiye donusmesiyle
yuruyor.


**Bor konusu ozellikle son yillarda Turkiye gundeminden hic inmedi.
Bilgisayardan silaha, nukleer teknolojiden akaryakita kadar bircok alanda kullanilan bor, ister istemez bircok cevrenin ilgi odagi...
* **Tartismalar, bazi kisi ve guclerin ozellestirme furyasini da arkalarina alarak, bu cazip ve stratejik madeni "ic etmek" istediginden, uluslararasi trostlerin Turkiye"yi bor konusunda baski altina aldigina, bor"u devletin yeterli karlilik ve verimlilikte kullanamadigina kadar uzaniyor.


**Devlet Denetim Elemanları Dernegi (DENETDE) Baskani Atilay Erguven de bor gibi hayati onemi olan konulardaki gelismelerin Turkiye"ye gec yansimasini,
BATILILAR TURKIYE"YE BOR TEKNOLOJISININ GELMESINI
ONLEDIKLERI GIBI, O KONUDAKI ONLEMELERI DE DUYUP, BORUN ONEMINI KAVRAMAMIZI ISTEMIYORLAR!"
sozleriyle izah ediyor.
**Dunya bor rezervinin yuzde 70"i Turkiye"de. Bizi yuzde 13"le ABD izliyor.
**Rezervlerini yillar once kullanmaya baslayannAmerika"nin, kendi topraklarindan kullanabilecegi miktar gittikce azaliyor.
Bor zengini Turkiye ise bu potansiyelini ancak ham bor urunu satarak degerlendirebiliyor.
*** Mamul bor urunleri uretebilmek icin gerekli teknoloji Turkiye"de yok.
Cunku Batili ulkeler bor teknolojisini bize vermeyi hep reddediyor. Ham cevher olarak adeta sudan ve kumdan ucuza sattigimiz bor, bize pahali ithal urunler olarak geri donuyor.
Ülkemizdeki maden cevherinin dagılımına baktığımızda Balıkesir ili bu kaynakların merkezi. Bor madenini kullanacak teknolojimiz olmasa bile BOR" un konuşulmasından, Turizminden, Araştırmalarından bile kafamızı çalıştırıp ilimiz ekonomisini canlandırabiliriz. Kasım 2002 yılında seçipte Ankaraya gönderdiğimiz milletvekillerimizin olmazsa olmaz yapmaları gereken tek şey BOR ENSTİTÜSÜNÜ Balıkesir"e getirmek olmalıdır. Bu ne demektir biliyormusunuz. Dünyadaki bütün bilim adamlarının araştırmalar yapmak üzere Balıkesir"e gelmesi, şehrimiz ekonomisini canlandırması demektir.
Aslında bu konu ile ilgili Balıkesir Valiliği bünyesinde bir BOR OPERASYON merkezi oluşturulabilir. Balıkesir Üniversitesi BOR ve TORYUM Madenleri üzerine uluslararası bir sempozyum düzenleyebilir. Bu sempozyuma gelen bilim adamları İlimizin Maden sahaları yanında İlimizin Turizm merkezleri gezdirilir ve Balıkesir"in tanıtımı yapılır. Bor Madeninin kullanımı ile ilgili TUBITAK desteği ile proje yarışmaları açılır. Bunun karşılığında maddi ödüller konulur. Tabi ki Kaz gelecek yerden Tavuk esirgenmemelidir. Dünyanın çeşitli ülkelerıne dagılmış Turk Bilim adamlarından destek istenir. Turki Cumhurıyetlerındeki Üniversitelerle dialog içinde araştırmalar yapılır. Bu çabaya ragmen BOR ve TORYUM teknolojısını gene de elde edemez isek. Petrol kaynaklarının tukenıp Amerıkalı müttefiklerımızın ortak projelerını degerlendırecegımız gune kadar yaşanacak bu hareketlılık Balıkesir Ekonomisini mutlaka daha ılerıye goturecektır.


SONSÖZ, Türk Milleti en büyük gücün kendisi olduğunu, azmederse başarabilecegini, tek yapması gerekenin Çalışmak olduğunu asla unutmamalıdır. Geleceğimiz olan evlatlarına mutlaka en ıyı egıtımı vermelidir.

YIL 2023 ANAVATAN

Anavatan Partisi; 12 Eylül İhtilalinden sonra kurulan Ülkenin en eski, en köklü partisi. Kurucusu ve Genel Başkanı Merhum Turgut ÖZAL da eski Başbakanlık müsteşarı, DPT Başkanı ve ülkenin en tecrübeli bürokratı. 1983 yılında Turgut ÖZAL"lı ANAVATAN gündeme yumruğunu vuruyor. Türkiye"NİN 20 yıllık geleceğine öğle köklü çözümler ve icraatları ortaya koyuyor ki Türkiye"de bugünkü iktidar bile hala aradan 24 yıl geçmesine rağmen ÖZAL"lı yıllara atıfta bulunuyor.
Bugün gelinen noktada ANAVATAN Partisi başında Erkan MUMCU ve bir avuç inanmış insanla ülke sathında partiyi yaşatma ve ateşi azalmış meşaleyi canlandırma mücadelesi veriyor. 19-20 Ocak tarihlerinde ANAVATAN Genel merkezinde gerçekleşen İl ve Belediye Başkanları toplantılarında alınan ortak kararla 1 Mart 2008 de ANAVATAN Genel Merkezinde Kurultay toplanacak ve 1983 yılında tıpkı Merhum Turgut ÖZAL"ın yaptığı gibi ilerinin, geleceğin, Cumhuriyetin 100. yılında yani 2023 de Türkiye"nin hedeflerini ve bu noktaya gelmek için ANAVATAN!ın politikalarını açıklayacak. Erkan MUMCU; VİZYON-2023"ü anlatacak.
Ne gereği var kardeşim, TBMM"de %47 lik AKP, %20 lik CHP ve %14 lük MHP var diyeceksiniz.Bu partiler neyi ortaya koyarsa koysun Ülkenin son 24 yılına damgasını vuran bir partinin söz söyleme ve çözüm sunma hakkı vardır diye düşünüyorum. Ayrıca, günlük politikaları bir kenara bırakıp artık 25 yı sonrasını görmemiz lazım. Tıpki merhum Turgut ÖZAL gibi. Bir ANAVATAN Belediye Başkanı şöyle diyor "Bu sorumluluk öğle bir şey ki; ANAVATAN bir hizmet partisi ve ülkedeki her sorumluluğun altına elini fazlasıyla sokmuş bir siyasi parti. Buradan bu sorumluluk duygusundan dolayı tüm ANAVATAN"lı ları Genel Başkan Erkan MUMCU nezlinde kutluyorum. Nede olsa 2023 ü düşünen ve planlayan insanlar var diye mutlu da oluyorum."
2023 ün anlamını söylemeye gerek yok ama Cumhuriyetin kuruluşunun 100. yılı için Anlamlı bir ses geliyor ANAVATAN"dan. Biz göreve hazırız.
2002 yılında yapılan milletvekili genel seçimlerinde seçmen, iki partiye görev verdi. AKP ye ülke yönetimi için, CHP ye ise muhalefet ve denetim misyonunu 5 yıllığına devir etti. Yani AKP ve CHP ülkeyi daha iyiye götürme, milletin ve memleketin menfaatini korumak üzere seçmen tarafından vazifelendirildi. Ancak her iki partide meclise üçüncü bir parti girmemesi için milleti kutuplaştırmaya yöneldi. Oy derdine yapılan bu siyaset ile; Dindar olanlar ve laik olanlar şeklinde vatandaşımız kutuplaşmaya yöneldi. Halbuki bu ülke topraklarında yaşayan herkes, hem laik ve Atatürkçü, hem de maneviyatına değer veren bir yapıya sahipti. Merkez dediğimiz siyasi yapı ortadan kalkmış onun yerine insanları kutuplara yönelten ve kardeşi kardeşe düşman yapan bir ortam yaratılmıştı. 5 yıllık sürecin sonunda 11. Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde AKP ve CHP nin kutup politikaları yüzünden siyaset ülke de kilitlendi. YÖK Başkanı Sayın Erdoğan Teziç"in 1980 li yıllarda ki Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde, toplantı açılış yeter sayısı 2/3 çoğunluktur. Yani 367 rakamıdır söylemi, günümüzde Sabih Kanatoğlu tarafından gündeme taşınmış ve Yargı çevrelerinde tartışmalara rağmen yer bulmuş ve 11. Cumhurbaşkanlığı 1. tur seçiminden sonra CHP tarafından Anayasa mahkemesine taşınmıştır.

Aslında demokrasinin mahkemeye taşınması doğrumudur! Bence bu konu tartışılmalıdır. Ülkeyi kilitleyen partiler acilen seçime gitmeli halka müracaat etmelidir. Her ikisinin iddiası da iktidara kendilerinin geleceğidir. O zaman daha niye beklenmektedir! Halkın seçtiği meclis kilitlendiği anda tekrar millete müracaat edilmelidir. 1. tur oylamada Sayın Mehmet Ağar" ın partisindeki 3 milletvekilinden 2 si ne sahip olamaması ve hatta bunlardan birisinin kalkıp TBMM kürsüsünden konuşma yaparak partisinin demokrasi anlayışına karşı çıkması, DYP"nin karizmasına gölge düşürmüştür. Bölünmesi ve milletvekillerine sahip olamayacağı konusunda toplumun görüş birliğinde olan ANAVATAN" ise Sayın Erkan Mumcu liderliğinde çok önemli bir sınav vermiş bölünmeyerek ve birlikte hareket ederek Erkan MUMCU" nun liderliği ve gurup oldukları konusunda topluma net bir mesaj vermiştir.

ANAVATAN" dan beklenen anahtar olma görevi sorumluluğu aslında haddini aşan bir matematiksel iddiadır. 2002 de halktan yetki alamayan ANAVATAN. Bağımsız seçilen milletvekilleri ile partilerinin yönetimlerinde çözüm önerilerini göremeyen sayın milletvekillerinin bir araya gelmesi, yapılacak seçimlerde ülkenin ve vatandaşın menfaat ile hakları için oluşmuş dinamik bir yapıdır. ANAVATAN asla çilingir olarak tanımlanmamalıdır.

CHP ise her geçen gün toplumu ayrıştıran ve kutuplaşmaya yönelten politikaları ile AKP"nin ekmeğine yağ sürmektedir. Sayın Deniz Baykal"ın her konuşması AKP ye puan kazandırmaktadır. Millete söylediklerini gerçekleştirememesine rağmen hala yapılacak seçimlerde birinci parti olacağı iddia edilen AKP en büyük desteği CHP Genel Başkanı Sayın Deniz Baykal"dan almaktadır. Aslında her iki lider bir araya gelerek toplumda kriz yaratmayacak yeni bir aday belirleyebilirler.Milli Savunma Bakanı Sayın Vecdi Gönül ise, Devlet bürokrasisinde önemli deneyimleri olan yine kimsenin muhalefet edemeyeceği önemli bir isimdir. Yine modern kadın tanımlamasına uyacak bir isimde Devlet Bakanı Nimet Çubukçudur. Bu kriz bence bu iki isimle aşılabilir. Buna yeni isimlerde ilave etmek mümkündür. Bu önerilere itirazı sadece CHP yapacaktır. Çünkü o böyle bulanık kriz dönemlerinden bir CHP linin Cumhurbaşkanı olması konusunda israrlıdır. Bu ısrara, ANAVATAN Genel Başkanı Sayın Erkan MUMCU "Anayasaya bir madde ilave edelim. Cumhurbaşkanı sadece CHP"lilerden olmalı" diye mizahi bir yaklaşımda da bulunmaktadır.

Yapılacak seçimlerde eğer iddia edilen DYP-ANAVATAN birlikteliği gerçekleşecekse, yani ANAYOL oluşacaksa, iktidar için önemli bir alternatif ortaya çıkmış olacaktır. Yapılan anketlerde, ANAYOL Ağar"ın liderliğinde olacaksa; %17, Erkan MUMCU"nun liderliğinde olacaksa; %20 oy beklenmektedir. Bu yapının içinde DSP nin de yer alması CHP yi barajın altına itecek ve bu oluşum %24 ile TBMM"de yer alacaktır.İlhan Kesici, Cem Kozlu gibi toplumda sempati beslenen siyasilerinde bu oluşumda yer almaları ve aday belirlemelerinde toplumda erezyona uğramamamış ve yörenin sevilen insanlarının yer alması ile ANAYOL iktidar alternatifidir.

Bence toplumdaki tıkanıklarda çözüm seçmendir. Oluşacak yeni krizlerin sebebi de sandığa gitmeyen vatandaşlarımızdır.

ANAVATAN"lım



Tek başına iktidardan düşeli, tam 16 yıl. Koalisyon hükümetinden ayrılalı tam 5 yıl oldu. "Hani derler ya nereye baksam onu görüyorum diye". Ülkenin her köşesinde sadece ANAVATAN hükümetlerinin icraatları var. Evet; son 24 yılda Türkiye Cumhuriyeti"nde sadece ANAVATAN var.

Bugün TBMM"de yokuz. 2002"den sonrada yoktuk ama milletini seven, çözümü ANAVATAN"da gören milletvekilleri ile bir anda yeniden grup olduk. Yarının ne olacağını bugünden bilemeyiz. İçimizdeki heyecan, yüreğimizdeki ANAVATAN sevgisi ile daima var olacağız.

Yılmamayı, yıkılmamayı 2004"de öğrendik. Bir avuç inançlı ANAVATAN"lı, sadece Türkiye"nin 1/6"sında ANAVATAN bayrağını sımsıkı tutup, alınları açık olarak milletine hizmet etmek için oy pusulasında yer aldı. Netice; Türkiye geneli İl Genel Meclisi %2.6, Belediye Başkanlığı %3 olarak gerçekleşti. 100"ün üstünde Belediye Başkanlığı kazanıldı. Bu aslında; ANAVATAN"ın bitmediğini, bitmeyeceğini yeter ki, inanmak ve kendine güvenmek gerektiğini gösteren önemli bir işaretti.

2005 yılında GENEL BAŞKANIMIZ Erkan MUMCU ile başlayan serüven kongre ile birlikte doruğa tırmandı. 2005 yılında kurulan ANAVATAN Gurubu hepimizin içinde bir heyecan oldu. 2006 yılında Türkiye Genelinde yapılan yurt gezileri daha önce ANAVATAN"a oy atan seçmenleri, bayanları ve gençleri hareketlendirdi. 2007 yılına girildiğinde ANAVATAN ülke gündemini belirleyen bir siyasi hareket halini aldı. İlk günden beri söylediğimiz "Cumhurbaşkanını Halk seçmelidir." sözü, tüm siyasi gruplar tarafından kabul edilmek zorunda olan bir slogan halini aldı ve Anayasal Değişikliği gündeme getirdi.

İşte ne olduysa bundan sonra oldu. 1991 yılından beri dillerde dolanan ve bir türlü gerçekleşmeyen DYP-ANAVATAN birlikteliği DEMOKRAT PARTİ projesi olarak gündeme girdi. AKP hükümetinin alternatifi oldu. Anketlerde %20"lere vurdu. Önce her şey eşit dendi. Fermuar dendi, sonunda 8 kontenjana kadar düşüldü. Ama olmadı. Tabi ki ortalık toz duman. Çünkü DYP"nin bırakın 8 kişiyi, 1 ANAVATAN"lıya bile tahammülü yoktu. Bu olgunluk olsaydı zaten geçmişte çoktan el sıkışılırdı.

Bir ANAVATAN"lı olarak şunu söylüyorum. Beraber olalım diyerek birlikte olunmaz. Birliktelik için heyecan lazım, aşk lazım, sevgi lazım, fikir ve proje lazım. DEMOKRAT projesi ilk çıktığında, AKP ye karşı ciddi bir alternatif olmadığından seçmende bir heyecan oldu. Ama bu o gün içindi. Peki, bugün için ne diyebiliriz. Bence ANAVATAN- DYP olarak birliktelik asla başarıya ulaşmaz. Ancak bir fikir uğruna birçok siyasi aksiyonun birlikteliği olabilir. Bana olmuş mu daha önce diye soracaksınız! evet olmuş. Bütün Müslümanlar 1453"de Fatih Sultan Mehmet komutasında İSTANBUL"u fethetmek üzere bir araya gelmişler ve başarılı olmuşlar. Şimdi sıra bizde önce dik duralım. Ona buna yamanmayı unutup, iktidarın ağzından düşürmediği TURGUT ÖZAL ANAVATAN"ını tekrar şaha kaldıracak fikirleri paylaşalım. Adresi belli olmayan yere kimse gelmez. Bu duygu ve düşüncelerle çalışmalarınız dabaşarılar diler saygılar sunarım.

BİREY DE LAİK OLMALIDIR



Üzülerek ifade ediyorum ki laikliğin ne olduğu, ülkemizde henüz yeterince bilinmemektedir. Bu durum, normal sayılabilir. Çünkü hayatımızda kullandığımız diğer fikir akımları gibi, laiklik de kendi ürettiğimiz bir fikir değildir ve onu dışarıdan aldık. Laik olan tek Müslüman ülke Türkiye, bu deneyimi sırasında hem bu konuda doğan sorunların çözümünü kendisi bulacak hem de özgün laiklik felsefesi üretecektir. Bunu başarabilmesinin en başta gelen şartı, laikliğin ruhunun anlaşılmasıdır. Bu durum, ülkemizi laiklik konusunda fikir icatçısı filozoflar üretmek zorunluluğu ile karşı karşıya bırakmaktadır. Bu eksikliğin sonucu olarak, ülkemizde “devlet laik olur ama birey laik olamaz,” gibi fikirsiz fikirler ortaya atılır.

Bilinen beş milyon yıllık antropolojik gelişim tarihinde insanın; çağımıza kadar etnik, fikirsel, sınıfsal ve dinsel farklılıkları sürekli artmıştır, bilgi arttıkça daha da artacaktır. İnsanlık, çeşitlilik arttıkça, insanları bir arada insanca yaşatabilmek için çok sayıda fikirsel çözümler bulmuştur. Mesela iki bin beş yüz yıl önce demokrasiyi, o yetersiz kalınca beş yüz yıl önce laikliği, onlar da yetersiz kalınca iki yüz yıl önce insan haklarını, yüz yıl önce eşitlik ve özgürlüğü bulmuştur. Hala da modern fikir akımları bulmaya devam etmektedir.

Diğer fikir akımları yerine asıl konumuz olan laikliği ele alacağız. Laiklik, siyasal ve sosyal bilim alanlarına göre farklı tanımlansa da hepsi temel fonksiyonda birleşir. Bir diğer ifade ile onlar, aynı şeyin değişik versiyonlarıdır. Temel olarak laiklik, insanların hangi fikre sahip olmalarını empoze etmekle değil, “başka olana” karşı nasıl davranılacağı ile ilgilidir. Laiklik, “başkasına” davranışlarda tarafsız ve nötr olmaktır. Yani laiklik, dinsel veya fikirsel nedenlerle ayrımcılığı kaldırmanın terminolojisidir.

Siyasal olarak laiklik, devletin, bütün dinlere ve din mensuplarına tarafsız ve nötr davranması ve vatandaşlarına bir dini ve felsefeyi telkin etmemesidir. Bu tavır, çağdaş devlet olmanın olmazsa olmaz şartıdır. Bu çağda ve bir ülkede bir arada yaşayabilmek için, bu siyasal laikliğin yanı sıra sosyal laikliğin de bulunması kaçınılmazdır. Sosyal laiklik, bireylerin, birbirlerine karşı dinlerinin açısından bakmaması ve davranmamasıdır. Bunun yapılabilmesi, bireylerin laik olmasını gerektirir. Bireyin laik olması, muhatabına karşı dininin açısından değil, insanlık açısından tarafsız ve objektif davranması demektir.

Herhangi bir dine mensup olan kişi, başka dinden olan kişiye, kendisinin dinine göre değil, dininin dışında da olsa ona insanlığın gerektirdiği şekilde eşitçe bakmak ve davranmak zorundadır. Fakat davranışı gösteren kişi, laik olmazsa, muhatabına kendi dininin isteğine göre davranacaktır. Bu durum, ayrımcılığa götürür. Ayrımcılığın her çeşidi, çağımızda yasaklanmakta ve gericilik olarak görülmektedir. Muhatabına din açısından bakmamak, bireysel laikliktir ve bu durum insanı dinden çıkarmaz. Bu, tıpkı şuna benzemektedir: Cinsiyetsel olarak, bir erkek, kadına davranışında erkeklik açısından bakarak davranamaz ve böyle davrandığında o kişi, erkeklikten çıkmış olmaz. Aynı şekilde, kadın da erkeğe öyle davranmak zorundadır ve böyle davrandığı için de kadınlıktan çıkmış olmaz. Muhatabına din açısından bakmamak, dolayısıyla bireysel laiklik, dinsiz birey için de gereklidir. Dinsiz kişi, muhatabına dinsizliğin perspektifinden bakar ve davranırsa ayrımcılık yapma suçunu işler ve çağdaş bir insan olamaz, hatta o kişi, modern olduğunu iddia etse de gericidir.

Laiklik, dindar kişinin dinsiz olmasını da önler. Şöyle ki: Devlet görevlerinde çalışan yetkili bir dindar kişi, dininin tasvip etmediği ama çağdaş aklın kanun yaptığı bir fiili uyguladığında, eğer bireysel laikliğe sığınmazsa dinine göre suçlu hatta bazı durumlarda dinsiz olur. Mesela frak ve papyon takmak, zinayı suç olmaktan çıkarmak ve ona recm veya hırsıza el kesme cezası vermemek, hanımını yemekte bir başka erkeğin yanında oturtmak, namahrem kadınlarla tokalaşmak bunlardandır.

Laiklik sadece dinsel değil, fikirsel ayrımcılığı da önlemek için vardır. Çok kimlikli, değişik inançlı ve çeşitli kültürlerin bulunduğu çoğulcu dünyamızda bireysel ve sosyal laiklik olmadan, ne demokrasi ne eşitlik ne de özgürlük, hatta ne de yaşamak mümkün olur. Sosyal laikliğin bulunmadığı ülke ve toplumlarda, aynı toplumun bireyleri arasında bile kavga ve çatışma kaçınılmazdır. Bir şehir veya mahallede yaşayan farklı felsefe ve fikirlere mensup insanlar da, ancak bireylerin fikirsel laikliğe ulaşmaları sayesinde bir arada kavgasız, çatışmasız ve insanca yaşayabilirler ve çağdaş olabilirler.

Bir toplumda bireysel ve dolayısıyla sosyal ve siyasal laikliğin mevcudiyetinin göstergesi şudur: Bir birey veya toplum, yönetimin her hangi bir kademesine getireceği kişide “dindar olma” kriteri arıyorsa orada bireysel ve sosyal laiklik yok demektir. Eğer bir dine veya mezhebe mensup olma kriterini devlet aranıyorsa, o devlette siyasal laiklik de yok demektir.

Milleti bir dinin mensubu olan bir ülkede siyasal ve sosyal laikliğin olabilmesi, dinin, vicdan meselesi yapılarak bireyselleştirilmesine ve dolayısıyla birey ile Tanrısı arasında bir ilişki yapılmasına bağlıdır. Bunu başarabilmenin yolu, dinleri analitik olarak inceleyen Teoloji fakültesinden geçer. Teoloji fakültesi olmayan bir ülke, siyasal ve sosyal laikliği toplumundan beklememelidir. Toplumunun siyasal ve sosyal laikliğe ulaşması isteğinde samimi olanlar, öncelikle bu Teoloji fakültesini kurmak zorundadırlar. Çünkü laikliğin ruhunu kavrayabilmek için, dinin ruhunu kavramak ve onun Tanrı için olan bölümlerini tespit etmek şarttır. Dinin dış kabuğunu veya kaportasını, onun Tanrı için olan motoru ve ruhundan ayrıştırmak ancak bu analitik ve eleştirel metodoloji ile mümkündür.



Doç. Dr. Niyazi KAHVECİ
Anavatan Partisi Genel Başkan Yardımcısı

MKYK’NIN ALDIĞI KARARA İLİŞKİN AÇIKLAMA


Partimizin 17 Haziran 2008 tarihinde toplanan Merkez Karar ve Yönetim Kurulu, mali açıdan ihtiyaç duyduğumuz kaynakların tedarikine ilişkin genel merkez alanımızın değerlendirilmesine karar vermiştir.

Bazı basın organlarında yer alan “parti binası elden çıkarılıyor, kiraya veriliyor, satılıyor” şeklindeki yanlış haberler karşısında kamuoyunu konuyla ilgili daha ayrıntılı bilgilendirme gereği doğmuştur.

Alınan karar tam olarak; “geliri Anavatan Partisi tüzel kişiliğine ait olmak üzere partimizin menfaatleri göz önünde bulundurularak, mevcut genel merkez binası ve arsamızın yap işlet devret veya gelir paylaşımı modeli ile değerlendirilmesidir. Bu amaçla da bir proje yarışması açılmasıdır. Bunun için de MKYK üyemiz Mahmut Oltan Sungurlu başkanlığında, Mehmet Keçeciler ile Mahmut Ekşi'den oluşan bir komisyon kurulmuştur. Bu komisyona önerilen proje ve teklifler değerlendirildikten sonra MKYK'ya sunulacak, parti menfaatinde en uygun proje değerlendirilmeye alınacaktır.”

Partimiz bizim namusumuzdur. Biz onu gözümüz gibi korumaya devam edeceğiz. Bizim amacımız daha sağlıklı hizmet veren, içinde Turgut Özal Kültür Merkezi'nin de yer alacağı bir genel merkez yaptırmak istiyoruz. Bina ağır ve hantal, 20 yıllık. Daha işlevsel, partimize daha yakışan bir proje oluşturulmasını istiyoruz. Şimdi partiyi satıyorlar diye dedikodu çıkartıyorlar. Bu partiyi satmaya kimsenin gücü yetmez. Biz Hazine yardımı almıyoruz ve Hazine yardımına da mahkum olmak istemiyoruz. Yeni bir vizyonla yeni bir genel merkeze kavuşmak istiyoruz.


Muharrem DOĞAN
Anavatan Partisi Genel Başkan Yardımcısı
Mali İşler Başkanı

Merkeze yeni bir soluk ve Tek alternatif.





Erkan Mumcu, İlhan kesici, M.Ali Bayar hatta Sinan Aygün"ün bir araya gelerek Merkezin yapılanmasına el atması bekleniyor. Bu gurubun yanına Sadettin Tantan, Yaşar Nuri Öztürk gibi isimlerinde katılarak yeni bir yelpaze oluşturması bekleniyor. Hatta; Eski Başbakan Mesut Yılmazın, Celal Doğan, Hüsamettin Özkan ve Hikmet Çetin isimlerinden sıyrılıp biraz önce adı geçen guruba destek vermesi ve son günlerde fazla CHP li oldun diye DSP Genel Başkanı Zeki Sezer"i azarlayan Rahşan Ecevit"in de bu isimlerle birlikte tavır takınması bekleniyor. Amaç MHP gibi sadece barajı açıp bir fıkrı TBMM"de temsil etmek değil, ülkedeki sorunlara reçete yazmak olduğunu söyleyen yetkililer, yukarıdaki isimlerin AKP"yi yıkacak tek kadro olduğunun altını çiziyorlar.

DİMDİK AYAKTAYIZ


Son günlerde partimizle ilgili yürütülen bilinçli karalama kampanyalarının farkındayız.
Anavatan Partisi, kurulduğu günden bugüne ‘parti içi demokrasi’nin gerçek anlamıyla şekil bulduğu yegane Parti olmuştur. Parti içi demokrasiye saygımız sonsuz olmakla beraber, bizim bu iyi niyetimizin ve demokrasi anlayışımızın istismar edilme gayretleri karşısında sessiz kalamayacağız ortadadır.

Kamuoyunun da yakından bildiği gibi, planladığımız kongremiz, Genel Başkanımız tarafından değil MKYK üyelerinin oy birliğiyle ileri bir tarihe ertelenmiştir.

‘Partinin tabelası, binası satılıyor’ şeklinde propaganda yaparak, imza toplamaya çalışmak son derece yanlıştır. Bu ve buna benzer girişimler, bu girişim sahiplerine hiçbir fayda sağlamaz.

Herkesin kongreye gidilmesi için imza toplama gibi bir hakkı elbette vardır. Ancak burada önemli olan konu, meseleyi şahsileştirip çarptırarak, Parti binasının satıldığı veya satılacağı yönünde birtakım mesnetsiz dedikodularla ortaya çıkılmasıdır.

Defalarca açıklamamıza rağmen, Yap-İşlet-Devret modelini bilmeyenler veya MKYK üyelerimiz tarafından alınan bu kararı anlamayarak delegeden imza toplamaya çalışanlar; maalesef çıkıp Partinin yönetimine talip olmaktadırlar. Genel Merkez Binamız asla satılmayacağı gibi mülkiyeti de partimizde kalacaktır. Planlanan işlem sadece kiralama niteliğindedir.

Partimizin hazine yardımı türlü oyunlarla engellenmiştir. Şimdi namerde muhtaç olmama ve partimizi Anadolu’da şahlandırma düşüncesiyle Sayın Oltan Sungurlu, Mehmet Keçeciler ve Mahmut Ekşi’den oluşan bir komisyonla açılacak ihale yöntemiyle gelir elde etme yöntemi uygulanacaktır.

Parti teşkilatlarımız ve partililerimiz, bunu böyle bilsin ve türlü ajitasyonlarla propaganda yapanlara asla prim vermesinler.

Ebru Kurban YALDIZ
Anavatan Partisi Genel Başkan Yardımcısı
Kadın ve Gençlikten Sorumlu Başkan

MERKEZ PARTİ ANAVATAN'DIR


Türk kamuoyunun siyasi bir devinime, bundan daha da doğrusu siyasi bir kurtuluşa, siyasi bir yeniden doğuşa çok arzulu ve çok muhtaç olduğu bir dönemdeyiz tekrar.

Türk siyasi tarihi böyle bir dönemi daha önce de yaşamıştı ve o dönem Türkiye'ye anahtar olarak Anavatan'ı vermişti.

İşte, Türkiye'ye siyaset iksirinin tedavi edici, yol açıcı, ferahlatıcı yeni pencerelerini her daim sunmuş olan Anavatan bu dönemin de tayin edici faktörü ve anahtarıdır.
Anavatan’ın bu özelliğinin, yani topluma yol açıcı, ona eşik atlatıcı ve siyasette tayin edici özelliğinin sosyolojik ve tarihsel koşullardan kaynaklanan nedenleri vardır.
Anavatan köken olarak Türk siyasi tarihinin klasik DP-CHP bölünmesinin DP kökünden olmakla beraber, şurası açıktır ki, bu bölünmenin halk ögesinden hiçbir taviz vermeden, merkez değerlerle de barışıklığı nedeniyle Türk siyasi tarihinin oluşturduğu ideal bir sentezdir.
Bu olguyu daha iyi ve daha net ifade edebilmek için Cumhuriyet tarihimizin ilk dönemlerine dair bir irdeleme ile devam etmek istiyorum şimdi.
Türk istiklalinin iki ayağı vardır.
Bunlardan birincisi milli olan yönü, diğeri ise devletimizin devrimlerle hukuksal anlamda geçirdiği transformasyondur.
Devletimizin geçirdiği hukuksal transformasyon Anayasamızda, "üniter ve laik" olma ifadesiyle şekillenmiştir.
İstiklalimizin diğer ayağı olan millilik ise, temelde Anadolu köylüsünün Osmanlı'daki statüsünden farklı olarak sosyal olarak yüceltilmesi ve kendisine milletin temeli olma özelliğinin tanınması ve toplum politikalarında bunun yer bulmasıdır.
Türk istiklalinin en temel olgusu, bu bakımdan, Anadolu özelliğidir.
Onun milli özelliğinin sosyolojik tabanı Anadoludur.
Ancak Türk siyasi tarihine damga vuran temel bir neden olarak, Cumhuriyetimizin ilk kurulduğu yıllar merkez devlet ile Anadolu arasındaki mesafenin nispeten güçlü olduğu yıllardır.
Bunun birincil sebebi, Cumhuriyetimizin ilk döneminin sosyo-kültürel sentezlenmeyi gerçekleştirecek bir altyapıdan yoksun olmasıdır.
Dağınık ve siyaseten bitmiş bir imparatorluğun ve çöl gibi kalmış bir Anadolu'nun şartları Cumhuriyetimizi, bilhassa ilk yıllarında, sosyo-kültürel sentezleme imkanlarından büyük oranda yoksun bırakmıştır.
Lakin, Cumhuriyetimiz Anadolu'da kısmi başarılar da gerçekleştirebilerek, 1950'li yıllardan sonra ilk nüvesini veren bir merkez toplum oluşturabilmiştir.
Bu merkezin özelliği eğitim altyapısı, meslekleşme, şehirleşme, Anadolu değerlerinin merkez devlet değerleri ile harmanlanması neticesinde oluşmuştur.

DP olgusu bu merkezleşmenin ilk dönemlerine ait bir olgu olup, zamanın olgunlaşmaması ve çok kötü yönetilen siyasal bazı ihtilaflar nedeniyle çok büyük acıların beşiğidir.
Türk siyasi tarihinde Anadolu ve merkez harmanlanma süreci DP'den sonra daha da ivme alarak devam etmiş, bu yıllar aynı zamanda Anadolu'daki ekonomik gelişimin ivme aldığı bir zamana tekabül etmiştir.
1970'li yıllar bu harmanlanmanın daha da ivme aldığı ancak siyaseten ifadesini bulmadığı yıllar olmuştur.

1970'ler devlet ve çeşitli ideolojiler arasındaki çatışkıların ağırlıklı olarak siyasete damga vurduğu ve siyasetin sivil etkisinin tali kaldığı yıllar olmuştur.
Siyasetin iyileştirici, bütünleştirici, halk ve devlet uyumunu taşıyıcı olduğu yıllar 1980'lerde Anavatan ile gelmiş ve bu yıllar Türkiye'yi çok hızlı bir ivme ile 21. yüzyıl açılımının ve AB ile müzakerelerin altyapısının oluştuğu yıllar olmuştur.

Anavatan, şurası çok mühimdir ki, Cumhuriyet tarihimiz boyunca, Türk toplumunun tutkallayan, ona sivil siyaset ekseninde şekil ve yön veren, onu toplumlaştıran, birleştiren, kırılgan fay hatlarını eriten bir misyonun Türkiye'deki ilk ve tek sahibidir.

Şundan da kimsenin şüphesinin olmaması gerekir ki, Anavatan'ın bu yıllardaki siyaseti olmaksızın bu toplumsal tutkalın oluşması, bu temelde kırılgan fay hatlarının ortadan kalkması ve bu yolla da bizi Avrupa ile entegrasyona götüren yolun açılması asla mümkün olamayacaktı.
Bu yıllar aynı zamanda iletişim ve teknolojik altyapı devrimin gerçekleştiği ve Türkiye'nin batıya açıldığı yıllardır.

Şunu kimsenin unutmaması gerekir ki, şu gün hala içinde bulunduğumuz coğrafyada, komşularımızın telekomünikasyon ağı en ilkel seviyelerde mevcudiyetini sürdürürken, Türkiye Anavatan'la gerçekleştirdiği telekomünikasyon ve teknolojik devriminin haklı gururunu taşımakta ve halkına bunun nimetlerini yaşatmaktadır.

Keza, Türkiye bu yıllarda okyanus ötesi ve Avrupa yakası ile kurduğu ilişkilerin açtığı yolda bir dünya oyuncusu haline gelmiştir.

ABD ve AB ile bugün sahip olduğumuz ilişkilerin vizyoneri, mimarı ve işçisi Anavatandır.

Türkiye Anavatan ile toplumlaşmış, toparlanmış, büyümüş ve lig atlamıştır.

ANAVATAN Anadolu halkının, milletimizin değerlerinin sadık bir bekçisi ve devletimizin milletimizi koruyan ve onun başını dik tutan özelliklerinin şahaser bir sentezcisi olmuştur.

Türk toplumunun siyasal alanda merkezileşmesi, etkinleşmesi, şekillendiricileşmesi ANAVATAN'la sağlanmış ve garantiye alınmıştır.

ANAVATANLI yıllar, Cumhuriyet tarihimizin siyasette milletle merkezileşme hedefinin sağlandığı ve büyütüldüğü yıllar olmuştur.

ANAVATAN, aynı zamanda, siyasette başarının ve bu başarı duygusunun güvencesi anlamını taşıdığı için de siyasete yerleşmiş ve geçirdiğimiz tüm badirelere rağmen Türk siyasetinin en gönülden teşkilatlı, en güvenilir ve dağılmaz kalesi olarak kalmıştır.

Türk siyasetinin en temel tartışma konularından biri parti içi demokrasi, lider sultası vb. iken, Anavatan demokratik bir teşkiklat ve parti yapılanmasının Türkiye'deki tek adresidir.

ANAVATAN Genel Başkanı Erkan Mumcu, Partimizin tüm katmanlarında sürdürdüğü demokratik, katılımcı, paylaşımcı, birleştirici, özgürleştirici ve ferahlatıcı yöntemleri ile ANAVATAN'ın taşıdığı Avrupai ve modern yüzün garantisidir.

Erkan Mumcu baskıcılığın ve irade eziciliğin değil, demokratik bir ruhun ferahlığının sembolüdür.

ANAVATAN Türk seçmeninin aradığı kaliteli, düzeyli ve güvenilir siyasetin adresidir.

ANAVATAN Anadolu değerlerinin devlet değerleri ile harmanlandığı ve güvencelendiği modern ve ilerletici Türk siyasetinin adresidir.

İçinde bulunduğumuz siyasi kaos ve belirsizlik nedeniyle siyasi arenada arayışların sürdüğü bu ortamda Anavatan'ın bu merkez özelliğinin vurgulanması ve anlaşılması hayati bir önem arz etmektedir.

Şüphesiz ki, Türkiye siyasetin ferahlatıcı ve sarmalayıcı kollarını her zamankinden daha güçlü hissetmek istemekte ve bu kapsamda arayışlar sürmektedir.

ANAVATAN, işte, Türk siyasi tarihinin merkez taşıyıcısı olarak halkımıza bir merkez partisinin tüm güvence ve kalitelerini sunmaktadır.
Siyaset gen mirasları üzerine oturur, kökler üzerine oturur.

Siyasete güvence veren ise, en başta, bu köklerin ve genlerin güvenceleri, birikimleri ve kurumsallaşmasıdır.

ANAVATAN Türk siyasetinin merkez kurumlaşmasını temsil eden siyasi partinin adıdır.

ANAVATAN Türkiye'nin merkez partisidir.

Millet değerlerinin devlet değerleri ile uyumunun ve toplumsal güvencenin partisidir.

Merkez parti ANAVATAN’dır.

Cumhuriyet tarihimizin tüm siyasal mirası üzerinde oturan merkezin adı ANAVATAN’dır.

Ve Anavatan, merkez siyaset arayışında, merkezde siyaset yapmak isteğinde olan tüm kişi ve kurumların siyaset yapacağı adrestir.
Bu aynı zamanda merkezi siyasi bir anlayışa sahip yapılardan gelmeyen siyasi kişilikleri darlık ve marjinallikten koruyacak yegane yoldur.
Çünkü böyle kişilerin etrafını marjinal ve ideolojik siyasete yönelimli kişilerin sarması çok muhtemeldir ve bundan korunmanın tek yolu merkez parti olan ANAVATAN çatısı altında birleşmektir.

İbrahim ÖZDOĞAN
Anavatan Partisi Genel Başkan Yardımcısı
Hükümet ve Parlamento İle İlişkiler Başkanı
22. Dönem Milletvekili
Bizler bilinçli olarak tarihimizden uzaklaştırıldık..Yaşanan onca zorluklar, verilen savaşlar, Türklere uygulanan sömürü ve soykırımlar, yeryüzünün en büyük katliamları, en acımasız vahşetleri, en büyük ihanetleri sanki hiç yaşanmamış gibidir.Ayni ihanetlerin bu günkü aktörleri de geçmişte neler olduğunu bilmelidirler ki, gelecekte baslarına nelerin geleceği bilsinler. Hem ibret alsınlar, hem de ayaklarını denk alsınlar.İste tarihimizden ibret verici üç ihanet öyküsü ve bugüne bağlantıları, benzerlikleri;1-) Kurtuluş Savaşımız sırasında halk arasında 'Artin Kemal' (Ermeniden daha ermenici tutumu ona bu unvanı kazandırmıştır!)Artin Kemal olarak tanınan Ali Kemal, milli mücadele aleyhine ve işgal güçlerini destekleyen yazılarıyla tanınmış, ihanetin ve mandacılığın sembolü haline gelmiş bir gazetecidir.'Peyam-i Sabah' adıyla çıkardığı şer gazetesinde, 25.Nisan.1920 tarihinde Atatürk için: 'İdam, idam, idam.Mustafa Kemal cezasını bulacak' ,Kurtuluş Savasını yapan Türk Milleti için:'Bu mahluklar kadar basları ezilecek yılanlar tasavvur edilemez. Düşmanlar onlardan bin kerre iyidir' diye yazmıştır.Mandacıların ve ihanet güruhlarının başını çeken bu adam, damat Ferit Pasa hükümetinde Milli Eğitim ve İçişleri bakanlığı yapmıştır.Yakalandıktan sonra sorgusunda,'Ben Türk Milletinde bu kadar büyük yasama gayreti ve mücadele ruhu olduğunu bilmiyordum. Bu bilgisizliğimden dolayı da mazur görülmeliyim çünkü hayatımın büyük bolumu yurt dışında geçmiştir.' demiştir.Sorgudan çıkarılırken kendisini tanıyan halk tarafından bir anda linç edilmiş, yanında bulunan ve onu korumak isteyen görevliler dahi yaralanmıştır.Ali Kemal'in İzmit'te linç edilmesinden sonra, İstanbul'da ne kadar işbirlikçi mütareke basın mensubu varsa, Amerikan elciliklerine ve limanda bekleyen İngiliz gemilerine sığınmışlardır.Gelelim bugüne;Ne gariptir ki;Artin Kemal'in linç edilmesinden sonra İngiliz eşinden olan oğlu ve torunu da Türkiye Cumhuriyetinin Dış İsleri Bakanlığına girmiştir.

Dede Artin Kemal'in adı,Türkiye Gazeteciler Cemiyeti sayfalarında,önceleri 'Basın Şehidi' şimdilerde ise; 'Öldürülen GazetecilerBaslığı' altında, adı Uğur Mumcu ve Ahmet Taner Kislali'nin isimleri ile yan yana geçmektedir. Gelelim 'ibretlik' ikinci olayımıza :2-) Dini bir sıfat taşıyan 'Sait Molla '30.Ekim.1918 tarihinde Mondros Mütarekesinin imzalanmasında sonra,Protestan misyoneri papaz Frew ile birlikte 'İngiliz Muhipleri-Sevenleri - Cemiyetini' kurmuştur.İngiliz Muhipleri Derneğinin, İstanbul'un işgalinden sonraki ilk bildirisi 21.Mart.1920 tarihinde Alemdar Gazetesinde 'İngiliz dostlarımız biraz geç kaldılar, daha önce gelmeliydiler' olmuştur.Sait Molla 4.11.1919 tarihinde papaz Frew'e yazdığı mektubunda;'Aziz üstadım Frew, Kurt Teali Cemiyetindeki yakın dostlarımızla görüştüm. Kurt aşiretlerinin yasadığı bölgede büyük bir ödeneğe ihtiyaç vardır.Aksi halde ayaklanmayı teşvik edemeyiz' diye yazmıştır.Kurtuluş Savası sonrası Yunanistan'a kaçan Molla Sait,hizmet ettiği yunanlılar tarafından hapise atılmış,ihanet ve sefalet içinde ömrünü tamamlamıştır.3-) Manisa Mutasarrıf'ı (Valisi) Husnuyadis ve amca oğlu Menemenayaklanmacısı Derviş Mehmet’in hikâyeleri;Hüsnü Bey ve sülalesi, Girit'ten kovulmuşlar, Manisa'ya yerleşmişler, Hüsnü Bey vali seçildiği Manisa'da üç yıl boyunca, yunan işgal güçleriyle sarmaş-dolaş yasayarak işbirlikçi olmuştur.Keza Derviş Mehmet de yardakçısıdır.Fahrettin Altay Paşa'nın süvarileri Manisa'ya yaklasirken, dusmanyurdu terk edecek aldatmacasi ile Manisa ahalisini oyalayan Husnuyadis;yunan işgal gucleri komutani General Bagorciye, Manisa'yiterketmemeleri için yalvariyordu. Daha sonra Husnuyadis, yunanlılar ile Manisa'yi terk ettiğinde, ardında 5 bin kişi ölmüş, tecavüz edilen cocuklar, yakılan ve yıkılan evler kalmıştı. Ahalisinin çoğu öldürülmüş kalanları perişan edilmiş Manisa'nın üçte ikisi yanmış ve enkaz altındaydı. İste bu Giritli Hüsnü Bey-Husnuyadis daha sonra kactigi Yunanistan'da bir kilisenin terk edilmiş bir köşesine atılan mezarının başına 'haçı kırık' bir mezar taşı dikilerek, üzerine; 'Palio Turko - Serseri Türk' yazılarak tarihin çöplüğüne atilmistir.Ancak Husniyadis ile birlikte Yunanistan'a bir kişi daha kaçmıştır.o da amca oğlu Derviş Mehmet'dir!! !Derviş Mehmet daha sonra yurda donerek Menemen isyanini tertiplemis ve Kubilay'ı şehit ettirmiştir.Derviş Mehmet'in ikinci eşinden olan torunu de siyasette önemli mevkilere gelmiştir..
******Bu hainlerin ruhlarini, ihanet beslemektedir.Ekmegini yedikleri ülkeye de, adına ihanet ettikleri ülkeye deyaranamamış, kaçınılmaz ve ortak sonlarindan kurtulamamışlardır.Bunların 'şimdiki numuneleri' de aynı sondan kurtulamayacaklardır.Ey ! Artin Kemal'ler, Sait Molla'lar, Husnuyadis'lerİbret alın ve ayağınızı denk alın...

Kaynak: Enis Akdağ